Anlık tepki
yazısı bu. Günlerdir konuyla ilgili yazasım var. Hani insanın odası, masası
kirlenir ya temizleme ihtiyacı duyar ve bir anda temizlik yapar, onun gibi bir
şey bu da. Arınma ihtiyacından kaynaklanıyor.
Öncelikle 28
Mayıs-31 Mayıs arasında Gezi’yi gece gündüz bekleyen çevre ve kent kültürü
duyarlılıklarıyla orada bulunan insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır.
Kendini iş makinelerinin önüne atan Sırrı abimiz de çok yaşasın.
“Durgun
gökyüzünde aniden çakan bir şimşek” gibi başladı her şey. Ayaklar artık
kendilerini yönlendiren başlardan aniden sıkılıp başı tökezletmek için
yürüdüler. Tıpkı Timur Selçuk’un yıllar evvel aynı şehrin yürüyerek aynı ülkeyi
silkeleyen kocaman elleri olan insanları için söylediği gibi: “kokuşmuş düzene
sahip çıkanın alnın çatına baktı yürüdü” bugünün aklı kocaman insanları. Kitabi
olacak ama söylemeden de geçemiyorum eski alışkanlıkların verdiği anlayışla
“yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetemediği” günlerdi 28 Mayıs ve sonrasında yaşananlar.
Öyle bir zamandı ki; yönetenlerin yönetmeyi beceremeyecekleri güne kilitlenen
düzen dışı siyaset yapanlar da ne olduğunu anlayamadılar. Onlar yine öndeydiler
ve kendi seslerini duyurmaya çalıştılar. Ama değil düzen dışı siyasetler, düzen
içinde yer alan milyonlarca insandan oy alan odaklar dahi sürecin manivelası
olmayı başaramadılar. Solun kendi kitlesini yaratmadıkça; gerçek ve elle
tutulur bir siyasi kutup yaratmasının imkânsızlığı gün gibi ortadaydı.
Sendikalar da ne olduğunu anlayamadılar. Sendikalarla ilgili söylemek
istediklerimi rezervde tutarak 31 Mayıs-1 Haziran dönümünü kavramaktan
acizdiler ve genel grev ilanı için oldukça geciktiler, demekle yetineceğim.
Gerçi mevcut örgütlülükle de gelmekte olanın ne yönünü ne de yordamını değiştirebildiler.
Ortada bariz bir sendikal güçsüzlük var ve mevcut yasa(k)lar devam ettiği
sürece bu tablo değişmeyecek. Dileyen özel sektör çalışanları tercihen DİSK’in
kendi işkollarıyla ilgili olan sendikasına üye olarak başlarına nelerin
gelebileceğini öğrenebilirler; kamudaki memurlar da KESK’e üye olarak önlerine
çıkabilecek kariyer fırsatlarını ellerinin tersiyle itmiş olacaklarını
kavrayabilirler.
Genel olarak
halkın eylemi karşılama biçimi de oldukça değişikti. 28 Mayıs ve sonrasındaki
birkaç gün polis ve iktidarın tutumu genel olarak muhalif çevrelerden tepki
aldı ancak eylemin oldukça naif bir karakterle ortaya çıkışı ve iktidar
tarafından naif bir eylemin dahi sertçe bastırılmaya çalışılması birçok fitilin
aynı anda ateşlenmesi demekti. Daha önce sokaktaki deneyimi genelde bir A
noktasından B noktasına gitmekten fazla olmayan ve sokak eylemlerinde görmeye
alışık olmadığımız oldukça kalabalık bir grup sahneye çıktı. Bir daha da o
sokak denen sahneden inmediler. İlk günlerde dişe diş direndiler, sonrasında
Taksim’e girişle beraber inanılmaz yaratıcı ve eğlenceli sloganlarını kâh
bağırdılar kâh duvarlara yazdılar. Kitlenin yönlendirilmesinde, sloganların,
duvar yazılarının oluşmasında uzun zamandan beri bu işi neredeyse profesyonel
hale getirmiş taraftar gruplarının ve adını anmadan geçemeyeceğim çArşı’nın
önemli bir katkısı oldu. 31 Mayıs-1 Haziran dönümünde mücadele konusundaki
direngenlik, yaratıcılık, yılmazlık ve daha sayamayacağım bir sürü başlıkta en
önlerde yer aldılar ve bu yazının yazılmasına önemli bir katkı koydular.
Taraftar gruplarının büyük bir dayanışmayla sahneye çıkması ayrıca bir güven
duygusu ve kitlesellik yarattı. Biber gazından mamul sisin içinde “biber gazı
oley” diye tezahürat yapan bir kitlenin içinde olmak, o tezahürata katılmak
gerçekten katarsise yakın bir duygu patlaması yaratır diye düşünüyorum. Hele ki
artık Taksim’e taraftar gruplarının kitlesel girişleri sonrasında yaktıkları
meşaleler insanda “böyle bir İstanbul gördük” duygusunu yaratmaktan çok daha
fazlasını yaptığı da açıktır.
Medyanın ve
onun günümüzdeki antitezi konumundaki sosyal medyanın da ne anlamlara geldiği
ayrıca düşünülmelidir. Özellikle NTV, CnnTürk gibi kanalların direnişin ilk
günlerinde aldıkları ve sonrasında da bazen geliştirerek bazen de yatıştırarak
aldıkları hepimizi şok eden tutum, medyanın bazen gündemi belirleyebildiği
bazen de kendisi dışındaki milyonlar tarafından belirlenen gündemi “mecburen”
yayınlamak zorunda kalabildiği iki zıt durumun yansımasıdır.
Bu noktada
sosyal medyanın kullanımıyla ilgili bir parantez açmakta fayda var. Uzun
süredir sosyal medyayı kullanmayı neredeyse bırakmış biri olarak; son bir ayda
yaşadıklarımız sosyal medyanın bir mücadele aracı olduğunu göstermekle beraber,
aynı zamanda mücadele alanı olduğunu da kesinleştirmiştir. Belki bu
söylediklerim bazılarınızda “yeni mi farkına vardın la düdük?” demeye yol
açmışsa da benim gibi uzun zamandır “araç mı, alan mı?” ikilemini yaşayan biri
için “her ikisi de” cevabını almak berraklaşmak açısından da iyi bir gelişme
oldu. Artık gül gibi politik mücadelemizi verebildiğimiz sosyal medyamız var. Ancak
göz önünden ayrılmaması gereken önemli bir ayrıntı da Red belgesel filminde
Redhack’in ısrarla vurguladığı gibi “evet, internet politik mücadelenin bir
alanıdır ancak tamamı değildir.”
“En çok
devrim öğretir ya da kitleler en çok devrimden öğrenir” önermeleri bir kez daha
yaşananların neye yaradığını da oldukça berraklaştırıyor. Örneğin bugüne dek
polisin hanemizi, namusumuzu, mülkümüzü koruduğu yanılsaması paramparça
olmuştur. Askerin sokağa inerek tekrardan “ilerici” bir yönetim kuracağını
bekleyenler de jandarmanın tomalarından sıkılan suların etkisiyle kendilerine
gelmişler midir acaba? Yargının siyasal iktidarın ve onun koruyucularının bir
kalkanı olduğu da görülmüştür. Ethem’in katilinin aramızda olması yıllardır
Hrant’ın öldürülmesiyle iliklerimizde hissettiğimiz basit gerçeği memleket
sathında herkesin suratına vurmuştur: sistemin muhaliflerinin katiller aklanır.
Sermayenin, tüketimin sistemin bekası için vazgeçilmez kaldıraçlar olduğu
gerçeği de öğrenildi. Basit bir boykot kararıyla başlayan süreç oldukça
dallanıp budaklanıyor. Kredi kartı kullanmamaya çalışma, bankalardaki paraları
çekme, AVM’lerden alışveriş yapmama kararları arkasında durulması gereken
iradedir. Zaten Emek Sineması’nı elimizden alan da muktedirin sanatseverliğinin
yanında, AVM’lerin rahat koltuklu sinemalarına olan ilgimiz değil mi? Semt
forumları düzenleniyor. İnsanlar semtleriyle ilgili meseleleri eli sopalı
vahşilerin saldırılarının tehdidi altında tartışıyorlar, karara bağlıyorlar.
Antik Yunan’dan bugüne böyle bir doğrudan demokrasi deneyimi yaşadı mı bu
topraklar, ben şahsen bilmiyorum, ama oluşturulan mekanizmanın büyüklüğü
tartışmasız heybetiyle duruyor karşımızda. Yıllardır özlemini çektiğimiz
eden/eyleyen/karar alan/üreten bireyler ortaya çıkıyor ve bu durum
kendiliğinden oluşuyor. Gezi’nin “halka açık” olduğu günlerde yaşanan dayanışma
da apayrı bir deneyim. Kişisel olarak iftar eylemlerinde tanışma fırsatı
bulduğum Antikapitalist Müslümanlarla “imansız” solcuların dayanışması da göz
yaşartan cinsten bir görüntüydü. Kim derdi ki; dini açıdan da siyasi iktidarı
sıkıştıracak bir özne çıkacak ve memleketteki tüm hareketler dayanışma içinde
siyasi bir amaç etrafında bir arada bulunabilecekler? Kürt hareketinin mevcut
“ilerleyen” –bu ilerleyen kelimesini kaç tane tırnağın içine alsam yetmez-
süreçten dolayı geri planda durması ya da genel olarak tepki verdiğimiz şeylerin
ve tepki biçimimizin farklı olması bu süreçte onları geride tuttu. Sırrı’nın
DTK ile ilgili söyledikleri ve DTK’yı temsilen Ahmet Türk’ün söyledikleri bu
duruma ışık tutacak türden. Ama unutulmamalıdır ki Sırrı; İstanbul 2. Bölgenin
ağaçlarının da vekilidir!
Kitleden öğrenilecek en önemli şey; siyasi
iktidarın başında yer alan kişinin, Eliaçık’ın deyimiyle “muktedirin”
istenmediğidir. Bu durum da “hükümet istifa”, “Tayyip istifa” sloganlarıyla
berraklaşmıştır. Bu sloganların hiçbir işe yaramayacağını ve gereksiz olduğunu
iddia edenleri görüyorum son zamanlarda sosyal medyada. Bu sloganların
özellikle üzerinde durulması gerekiyor. Modern yaşamı benimsemiş kitlelerin son
on yıldır yaşamlarında meydana gelen değişiklikler, en ufak muhalif bir
gösterinin dahi sertlikle bastırılmaya çalışılması, Alevilerin statülerinin
belirsizliği ve karşılaştıkları ayrımcılık, kadınların uğradığı
taciz/tecavüz/cinayetler, Kürtlerin siyasi isteklerinin çözülmemesi ve
kendilerine yönelik siyasi soykırım mekanizmalarının son sürat işletilmesi,
cemaatin devletin her kademesinde yuvalanması, Suriye konusunda alınan pozisyon
sonrasında güney illerinde –özellikle Hatay’da – yaşananlar, okullarında öğrenciler,
işyerlerinde işçiler ve memurlar… Bu listenin sonu yok ama “listeyi okurken
aklınıza listenin sebebi olarak gelen kişi/kurum/kavram nedir?” diye sorsam
alacağım cevap üç aşağı beş yukarı ya muktedirin isim ve soyadının ya da
başında bulunduğu partinin üç harflik kısaltması olacaktır. İşte istifa
istemini dile getiren sloganlar da bu sorunlar etrafında şekillenen siyasetin
sonucudur bana kalırsa. Ayrıca istifa isteminin reel bir hedef olamayacağı, mevcut
hükümetin yerine düzen içi de olsa bir siyasi aktörün konamayacağı gerçekleri
de olduğu gibi önümüzde duruyor.
Son zamanda
sosyal medyada gördüğüm bir talep daha var; seçim barajlarının kalkması.
Kesinlikle haklı ve reel bir politik taleptir, acilen karşılanmalıdır. Ancak basit
bir yöntemle, örneğin TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter hesabına bir göz
atsanız meclise bu düzende akılcı bir karar aldırmanın mümkün olmadığını
göreceksiniz. Meclis grubunuzun olmasının da grup toplantılarınızın basın
tarafından yayınlanması dışında bir avantajı yok. Tartışmak istediğiniz konu
Roboski, mevsimlik işçiler, polisin kullandığı orantısız güç vs. gibi cidden
vicdanları yaralayan meseleler olsa da karşı tarafta eli çok kuvvetli bir
iktidar var. O anlamda parlamenter demokrasinin parlamento içinde dahi
çalışmadığı göz önüne alınırsa meclise Lenin’i diriltip göndersen ne yazar?
“Biz devrimciliği sizden de iyi biliriz Lenin Efendi!” derler adama. Bu manada
meclisten medet ummak çok da akılcı değil. İktidarı ilgilendiren en ufak bir
kanun teklifi dahi vekillerin önüne gelmedikten sonra bu meclisin anayasa
yapabileceğini, Kürt meselesini hakkıyla çözebileceğini, seçim barajlarını
indirebileceğini düşünmek nasıl nitelendirilir, varın siz düşünün. Bu noktada
meclis dışında tıpkı park forumlarında olduğu gibi “iktidar organı” olabilecek
ve başta yerel ardından merkezi yönetimi zorlamak şu an için daha akılcı
duruyor. Seçim barajının indirilmesi talebi de bu bağlamda değerlendirilebilir.
Söylenmesi
gereken önemli gördüğüm bir şey de direnişe katılanların sınıfsal ve siyasi
özellikleri. Alana bayrak ve flama bakımından renk veren gruplar genelde
sosyalist partiler ve gruplar. Ancak eylemlerin içeriğine ve kitlenin eylemler
esnasında verdiği tepkilere bakarak pek de siyasi bakımdan örgütlü olmadıkları
rahatça anlaşılabilir. 80 sonrası kuşak diyebileceğimiz kitleyle ilgili; lisans
düzeyinde eğitim almış ve mevcut iktidarın yaşama alanlarına müdahalesinden
memnun olmayanlar demek kabaca yanlış olmasa gerek. Okumayı, yaşamayı seven
ancak son noktada kendisine reva görülen çalışma ve yaşama koşullarından memnun
olmayan bir de üzerine yaşam tarzına karışılan bir kitle. Öte yandan 90’lı
yıllarda eğitim alan ve modern ailelerde yetişmiş bir toplamın da Kemalist
duyarlılıklara sahip olmasını da anlamak gerekir. Öte yandan AKP mitinglerinde
yanlış slogan atan, mikrofona konuşurken pek de anlamlandıramadığımız şeyler
söyleyen kitlenin espri malzemesi yapılmaları da geçmişten gelen seçkinci
damarın bir ürünü olsa gerek. Bir özeleştiri mahiyetinde benzer damardan malul
biri olarak bu tavrı da şöyle yorumlayabiliriz kanımca: Nasıl ki 2002
sonrasında yaşadıklarımız mevcut iktidarın soğukkanlılıkla aldığı intikamsa,
seçkinci kitlenin kendisine pek de benzemeyen AKP tabanını espri malzemesi
yapması benzer bir rövanş hissiyatını içeriyor. Bu seçkinci tutum tabii ki
mücadele edilmesi ve değiştirilmesi gereken bir tavır. AKP mitinginde mikrofon
uzatılanlar sınıfsal açıdan yine özellikle kent yoksullarını oluştururlar.
Sistem onların hayatlarını da iki paralık etmektedir. Baksanıza muktedir bile
mitinglerinde kendi oy potansiyelini oluşturan insanlara “kömür de veririm,
makarna da; ne olacak?” diyebilmekte ve karşılığında alkış alabilmektedir. Ancak
siyasi arenadaki bazı aktörlerin “geceden gündüze değil de, bugünden yarına
değil de, çok acil olarak değil ama çabuk çabuk” esprili bir dille teşhir
edilmesi gerekiyor.
Öte yandan alanı
dolduran kitlenin bir bölümü de geçmişte sol kanat siyasetle uğraşmış ancak
kendisini mevcut yapıların içinde ifade edemeyen bir topluluk. 28 Mayıs ve
sonrasındaki kalkışma bu topluluğun fikirlerini değiştirir mi bilemem ama
özellikle sosyalist yapıların bu insanlarla ilgili geç kalmış özeleştiriler
yapmalarında fayda var.
Diğer bir
durum da sol siyasetin yıllardır yapamadığı etkiyi Redhack yaklaşık 2 saatte,
yüzünü göstermeden -tıpkı Antik Yunan’da sahnelenen trajedilerde olduğu gibi-
yaptı. Penguenlerle başlayan konuşma; Hasankeyf, Mardin, Şemdinli, Aleviler,
Suriye, siyasi davalar, medya gibi meselelerle devam etti ve televizyondaki
sesin sahibi V gibi birçoğumuzun aklına kazındı. Youtube’daki tıklanma
sayısıyla bile milyonu aşkın kişiye ulaşan bu konuşma bir halkın sosyalizmin
meşruluğuna hiç de alışık olunmayan bir biçimde ulaşması anlamına geliyor.
Redhack bir siyasi parti değil; bültenleri, bildirileri, afişleri, beylik
sloganları, genel başkanı, merkez organı olan bir yapı değil ama az önce
saydıklarıma sahip olanların yapamadığını tek seferde ve 2 saatte yapması göre
yine solcuların özeleştiri konularından biri olmalıdır.
Başta tepki
yazısı demişim de 1700 sözcük olmuş benim tepkim bitmemiş.