14 Mart 2010 Pazar

8 MART: 2 KADIN, BİRİ DİRİ, BİRİ ÖLÜ

Bizden kaynaklı aksaklıklardan dolayı gecikmiş bir yazı…

 Güzel Türkiyemizde alışılmış bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü daha geçirdik. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımız Selma Aliye Kavaf 8 Mart itibariyle yaptığı konuşmasında; kadınlığın, kadın olmanın zor ama güzel olduğunu buyurdu. Arkasından “eşcinsellik falan…” diye devam etti. “Bunların hepsi sapmadır, bunlara insanlarımız kanmasın, dünyada sapkınların sayısı gittikçe artıyor” diye uyarıda bulundu. Bunları söyledikten sonra da yüzünde utanç değil, gülümseme vardı. “Ne kadar ileri görüşlüyüm’’ der gibiydi sanki. Yüzünde utanç yerine vatan kurtaran şabanların ifadesi vardı. Güzel memleketimizin insanlarını önceden önemli bir tehlikeye karşı uyarmıştı, nasıl övünmeyecekti?


2010 yılındayız, eşcinsellik 1974’ten beri hastalık olarak kabul edilmiyor. Anlayacağınız 36 yılcık minik bir farkla çağın dışında kalmıştı bakanımız. Papalığın bile eşcinselliğin sapkınlık değil de bir cinsel yönelim olduğunu kabul ettiği bir zamanda, bizim bakanımız papalığa nazire çıkartırcasına bir bağnazlıkla bu konuyu incelemiş ve bu sonuca varmıştı.

Bakanımızın bu bağnaz açıklamalarını biz daha hazmedememişken bir haber geldi bize.

Adıyaman’ın Kahta ilçesinde evinin bahçesinde gömülü olarak bulunduktan sonra, babası ve dedesi tarafından diri diri toprağa gömüldüğü anlaşılan 16 yaşındaki kızın adının Medine Memi olduğu anlaşılmıştı. Medine Memi polis kayıtlarında adı olan bir genç kadındı. Çok değil, bundan 2 ay önce; polise ailesinin kendisini öldüresiye dövdüğünü, can güvenliğinin olmadığını, bunun için sığınma ve koruma istediğini bildiren bir dilekçe ile başvurmuştu. Polis Medine’ye “sen bu konuyu pek dillendirme, insan ailesini hiç şikayet eder mi?” demişti. Polisin Medine’ye tavrı “susarsan geçer” şeklindeydi. Medine titreye titreye evinin yolunu tutmuştu. Ne yapsaydı, susarsa belki de geçerdi ama ne yazık ki Medine’nin adı 2 ay sonra polis kayıtlarına tekrar düşecekti ama bu sefer ölü diye.

Barış ve Demokrasi Partisi Van milletvekili Fatma Kurtulan, Medine Memi’nin ölümünü meclise sundu. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımıza kendilerine şikayette bulunulduğu halde, neden Medine’nin kaderine terk edildiğini sordu.

Bu aralar Meclisten bir dosya geçiyor, ne hikmetse dosya bir o yana bir bu yana iteleniyor, dosya elden ele gezmiyor, dilden dilede gezmiyor, gözden göze geziyor sanki. Medine’nin dosyası, çünkü kimse bu iğrenç olayı eline de diline de bulaştırmaya yanaşmıyor. Belki yakıştırmıyorlar alış veriş torbalarıyla dolu ellerine bu dosyayı, kirinden korkuyorlar, “ya elimize bulaşır da çıkmazsa” diye düşünüyorlar belki. Haklılar aslında, yerlerinde olmak istemezdim. Peki siz ister miydiniz? Bu vicdan azabını taşıyabilir bilir miydiniz? Onlar taşıyabiliyorlar, ne mutlu. Elbette bazen akıllarına geliyor Medine. İşte o zaman biraz rahatsız oluyorlar ama onları rahatsız eden yanları vicdanları değil, Medine’nin gözleri. İşte onlar ne zaman birbirlerinin gözlerine baksalar Medine’yi görüyorlar, önce terliyorlar sonra eriyorlar gün be gün bitiyorlar sanki.

Medine Memi Adıyaman Kahta doğumlu. 16 yaşındaydı. Medine belki birçoğumuzdan daha az şey istiyordu bu dünyadan, hepimizden daha küçük ve masumaneydi umutları. Medine bundan sonra yeni çekilen filmleri izleyemeyecek, yeni kitaplar yazılacak; okuyamayacak, yeni şarkılar bestelenecek ve o dinleyemeyecek demeyeceğim. Medine belki hayatı boyunca hiç sinemaya gitmemişti, belki sadece ders kitabı okumuştu, belki onun bile okumamıştı, belki de ona İsmail YK dinlemek yetecekti ömrünün sonuna kadar, ama bu ömür bu kadar kısa olmayacaktı.

Medine Memi evrende varlık sahasını terketmiştir. Siz bu yazıyı okuyunca ne hissedeceksiniz bilmiyorum ama dilerim size sıkıntıdan başka hiçbir şey vermez. Bu haberi okuyunca insan kendini huzursuz hissediyor, insanı rahat koltuğundan kıpırdatan, konforundan utandıran, üstüne başına bakıp mahcup olmasını sağlayan, aynadaki kendinden utandıran bir ölüm bu.

Medine’nin bir köy ilkokulunun bahçesinden dünyaya bakıp bir şeyler anlamaya çalışan, ama evrende olup biten hiçbir şeye anlam veremeyen şaşkın gözlerinden yansıyan umutlarını ve hayallerini, umutlarımız ve hayallerimiz olarak bilip yaşama devam etmeliyiz. Şimdilik bu bize ne kadar yeter bilemiyorum. Başkalarını kötü olarak göstermek bizi iyi yapar mı, ondan emin değilim.

Deniz

6 Mart 2010 Cumartesi

AYNI, AYNA

Ne zamandır yazacağım kısmet bugüneymiş. Biraz ihmal ettik bu mecrayı. Kusur…

Bu yıl yüksek lisansa başladım. Hoş, adı yüksek lisans ama ne olduğu belli olmayan işler peşindeyiz. İlk dersteyiz, yılın ilk dersi. Hoca sormuş; “sizce iyi bir öğretmende bulunması gereken nitelikler nelerdir?” Tahtaya bayan bir arkadaş çıkmış, biz sayıyoruz aklımıza gelen özellikleri o geçiriyor tahtaya. 14-15 madde yazılmıştı ki biri çıktı “hocam bence en önemlisi çağdaş düşünce ve Atatürkçülük” dedi ve ekledi: “Bence onu en üste yazmalıyız.” Stüdyoda alkış efektinin eksikliği hissedildi. Neyse, arkadaşın önerisi kabul edildi. Yalnız tahtadaki arkadaşın boyu yetmedi. Erkeklerden biri çıktı, en üste yazacak. Dedi ki; “Atatürkçülük birleşik mi yazılıyor?” Dakka bir, gol bir dedikleri cinsten.

Şimdi ben bunu niye anlattım? Arkadaşın tahtaya yazmaya çalıştığı “düşünce sistemi”ne mesafem büyük. Ancak sorun şu ki, insan kendine dert edindiği şeyin adını da mı bilmez? Deli olacaktım. Şartlar olsa kaçacağım ordan ama çare yok, git gel…

Şu an geldi aklıma; nereye kaçacaksın arkadaş? Her yer bunun gibi durumlarla dolu. Her gün duyuyorum; “bu kriz ayakları palavra, kriz mriz yok”, “sen öyle diyorsun da dünyayı Amerika yönetiyor be abi…” İyi de sen bu bilgiye eriştiysen... Öyle normal söylemezler bunu adama. ..Vahiy gelmiş olmalı sana…

Dünyanın hali harap. Kendisini gerçekleştirmeyi bir nebze başarabilmişler toplum içinde kalırken, diğerleri her türlü süreçten uzaklaşarak toplum dışına itiliyor. O dış tarafta, garipsediğimiz bir yığın olgu var. Esas çoğunluğu toplumun o bölümü oluşturuyor. Emek yoğun çalışıyorlar, göç etmişler, varoşta yaşıyorlar, yaşadıkları yerlere ayak basmak cesaret ister, güvenlik o bölgelerin başat sorunu, uyuşturucu kullanımı yoğun, vatan sevgisi had safhada, eğitimin en kalitesizine maruz kalıyorlar... İsmail Yk’nın tutunmayı bırakın, kök saldığı yerler…

16 yıllık İstanbul yaşamımın her zaman bir ayağını oluşturan yerden bir anı; bundan 3-5 sene evvel mahallede bir çocuk var. Liseden atılmış, yalan olmasın ama 2 sene gidip gelmiştir liseye. Okul yaşantısı bittikten sonra sağda solda takılmaya başladı. Gelirdi yanımıza, katlanması zordu. Bir gün laf Mustafa Kemal’den açıldı. Dedik “Atatürk ilkelerini sayabilir misin?” Cevap hala gülümsetir ama deler adamın içini. “Milliyetçilik, Hürriyetçilik, Layıklık…” Dedik “bu saydıklarının anlamı ne?” “Şimdi yok mu Milliyet, Hürriyet gazeteleri onları okumak. Sonra mesela ben bu sigarayı içiyorum ya bu bana ‘layık’. Bu da “layıklık” işte. Şimdi o çocuğun ne yaptığını sormayın, uzun hikaye...

Esas anlatmaya çalıştığım yerlere geldim.

Burada bir dipnot vermek ilkesel açıdan iyi olacak. O zamanlar tahammül edemediğim o çocuğa saygım; yukarda anlattığım, kendisini ifade etmeyi başarabildiği yegane düşüncenin ismi olan “Atatürkçülük” kelimesini yazmaktan aciz olan “iyi öğretmen” e duyduğumdan çok daha fazla.

Toplum dışına atılan çoğunluğun yanında –ki sistem bunu öncelikle üretim süreçlerinin dışına atarak yapıyor- hesapta okuyan, düşünen, sorgulayan, iyi eğitim gören, beyaz yakalı çalışan kişi arasında düşünsel açıdan pek bir fark kalmamış. Toplumsal süreçlerin tümüne yabancı kalan, müdahale etmek istediğinde ise geçtiği tedrisat tezgahından bağımsız var olamayan, genel olarak üniversite mezunu, çok çalışan, “tutunan” bir kitle var. Bu ikisinin bir arada oluşu, toplumu yöneten iktidar odaklarının oldukça işine yarayan, her türlü saldırıya teşebbüs etmelerini kolaylaştıran bir biçimde aleyhimize olan bir durum. Kabaca bakıldığında iki tarafın artık kompartımanlar halinde bulunduklarını ve ihtiyaçlarının aşağı yukarı aynı olduğunu iddia etmek mümkün. Çıkar yol bulmak, yolsuz kalmaktan zor olsa da öncelikle bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi adına denemeye değer.

Not: Yazılanları günlük düzeniyle yazılmış bir iç döküş olarak okumak mümkün. Ancak kısa zamanda yazacaklarımı buradakilerle ilişkilendireceğimi ve bu bağlamda çerçeve yazısı olduğunu belirtmek isterim.

Alper