30 Haziran 2013 Pazar

Gezi

Anlık tepki yazısı bu. Günlerdir konuyla ilgili yazasım var. Hani insanın odası, masası kirlenir ya temizleme ihtiyacı duyar ve bir anda temizlik yapar, onun gibi bir şey bu da. Arınma ihtiyacından kaynaklanıyor.


Öncelikle 28 Mayıs-31 Mayıs arasında Gezi’yi gece gündüz bekleyen çevre ve kent kültürü duyarlılıklarıyla orada bulunan insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendini iş makinelerinin önüne atan Sırrı abimiz de çok yaşasın.

“Durgun gökyüzünde aniden çakan bir şimşek” gibi başladı her şey. Ayaklar artık kendilerini yönlendiren başlardan aniden sıkılıp başı tökezletmek için yürüdüler. Tıpkı Timur Selçuk’un yıllar evvel aynı şehrin yürüyerek aynı ülkeyi silkeleyen kocaman elleri olan insanları için söylediği gibi: “kokuşmuş düzene sahip çıkanın alnın çatına baktı yürüdü” bugünün aklı kocaman insanları. Kitabi olacak ama söylemeden de geçemiyorum eski alışkanlıkların verdiği anlayışla “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetemediği”  günlerdi 28 Mayıs ve sonrasında yaşananlar. Öyle bir zamandı ki; yönetenlerin yönetmeyi beceremeyecekleri güne kilitlenen düzen dışı siyaset yapanlar da ne olduğunu anlayamadılar. Onlar yine öndeydiler ve kendi seslerini duyurmaya çalıştılar. Ama değil düzen dışı siyasetler, düzen içinde yer alan milyonlarca insandan oy alan odaklar dahi sürecin manivelası olmayı başaramadılar. Solun kendi kitlesini yaratmadıkça; gerçek ve elle tutulur bir siyasi kutup yaratmasının imkânsızlığı gün gibi ortadaydı. Sendikalar da ne olduğunu anlayamadılar. Sendikalarla ilgili söylemek istediklerimi rezervde tutarak 31 Mayıs-1 Haziran dönümünü kavramaktan acizdiler ve genel grev ilanı için oldukça geciktiler, demekle yetineceğim. Gerçi mevcut örgütlülükle de gelmekte olanın ne yönünü ne de yordamını değiştirebildiler. Ortada bariz bir sendikal güçsüzlük var ve mevcut yasa(k)lar devam ettiği sürece bu tablo değişmeyecek. Dileyen özel sektör çalışanları tercihen DİSK’in kendi işkollarıyla ilgili olan sendikasına üye olarak başlarına nelerin gelebileceğini öğrenebilirler; kamudaki memurlar da KESK’e üye olarak önlerine çıkabilecek kariyer fırsatlarını ellerinin tersiyle itmiş olacaklarını kavrayabilirler.

Genel olarak halkın eylemi karşılama biçimi de oldukça değişikti. 28 Mayıs ve sonrasındaki birkaç gün polis ve iktidarın tutumu genel olarak muhalif çevrelerden tepki aldı ancak eylemin oldukça naif bir karakterle ortaya çıkışı ve iktidar tarafından naif bir eylemin dahi sertçe bastırılmaya çalışılması birçok fitilin aynı anda ateşlenmesi demekti. Daha önce sokaktaki deneyimi genelde bir A noktasından B noktasına gitmekten fazla olmayan ve sokak eylemlerinde görmeye alışık olmadığımız oldukça kalabalık bir grup sahneye çıktı. Bir daha da o sokak denen sahneden inmediler. İlk günlerde dişe diş direndiler, sonrasında Taksim’e girişle beraber inanılmaz yaratıcı ve eğlenceli sloganlarını kâh bağırdılar kâh duvarlara yazdılar. Kitlenin yönlendirilmesinde, sloganların, duvar yazılarının oluşmasında uzun zamandan beri bu işi neredeyse profesyonel hale getirmiş taraftar gruplarının ve adını anmadan geçemeyeceğim çArşı’nın önemli bir katkısı oldu. 31 Mayıs-1 Haziran dönümünde mücadele konusundaki direngenlik, yaratıcılık, yılmazlık ve daha sayamayacağım bir sürü başlıkta en önlerde yer aldılar ve bu yazının yazılmasına önemli bir katkı koydular. Taraftar gruplarının büyük bir dayanışmayla sahneye çıkması ayrıca bir güven duygusu ve kitlesellik yarattı. Biber gazından mamul sisin içinde “biber gazı oley” diye tezahürat yapan bir kitlenin içinde olmak, o tezahürata katılmak gerçekten katarsise yakın bir duygu patlaması yaratır diye düşünüyorum. Hele ki artık Taksim’e taraftar gruplarının kitlesel girişleri sonrasında yaktıkları meşaleler insanda “böyle bir İstanbul gördük” duygusunu yaratmaktan çok daha fazlasını yaptığı da açıktır.   

Medyanın ve onun günümüzdeki antitezi konumundaki sosyal medyanın da ne anlamlara geldiği ayrıca düşünülmelidir. Özellikle NTV, CnnTürk gibi kanalların direnişin ilk günlerinde aldıkları ve sonrasında da bazen geliştirerek bazen de yatıştırarak aldıkları hepimizi şok eden tutum, medyanın bazen gündemi belirleyebildiği bazen de kendisi dışındaki milyonlar tarafından belirlenen gündemi “mecburen” yayınlamak zorunda kalabildiği iki zıt durumun yansımasıdır.
Bu noktada sosyal medyanın kullanımıyla ilgili bir parantez açmakta fayda var. Uzun süredir sosyal medyayı kullanmayı neredeyse bırakmış biri olarak; son bir ayda yaşadıklarımız sosyal medyanın bir mücadele aracı olduğunu göstermekle beraber, aynı zamanda mücadele alanı olduğunu da kesinleştirmiştir. Belki bu söylediklerim bazılarınızda “yeni mi farkına vardın la düdük?” demeye yol açmışsa da benim gibi uzun zamandır “araç mı, alan mı?” ikilemini yaşayan biri için “her ikisi de” cevabını almak berraklaşmak açısından da iyi bir gelişme oldu. Artık gül gibi politik mücadelemizi verebildiğimiz sosyal medyamız var. Ancak göz önünden ayrılmaması gereken önemli bir ayrıntı da Red belgesel filminde Redhack’in ısrarla vurguladığı gibi “evet, internet politik mücadelenin bir alanıdır ancak tamamı değildir.”

“En çok devrim öğretir ya da kitleler en çok devrimden öğrenir” önermeleri bir kez daha yaşananların neye yaradığını da oldukça berraklaştırıyor. Örneğin bugüne dek polisin hanemizi, namusumuzu, mülkümüzü koruduğu yanılsaması paramparça olmuştur. Askerin sokağa inerek tekrardan “ilerici” bir yönetim kuracağını bekleyenler de jandarmanın tomalarından sıkılan suların etkisiyle kendilerine gelmişler midir acaba? Yargının siyasal iktidarın ve onun koruyucularının bir kalkanı olduğu da görülmüştür. Ethem’in katilinin aramızda olması yıllardır Hrant’ın öldürülmesiyle iliklerimizde hissettiğimiz basit gerçeği memleket sathında herkesin suratına vurmuştur: sistemin muhaliflerinin katiller aklanır. Sermayenin, tüketimin sistemin bekası için vazgeçilmez kaldıraçlar olduğu gerçeği de öğrenildi. Basit bir boykot kararıyla başlayan süreç oldukça dallanıp budaklanıyor. Kredi kartı kullanmamaya çalışma, bankalardaki paraları çekme, AVM’lerden alışveriş yapmama kararları arkasında durulması gereken iradedir. Zaten Emek Sineması’nı elimizden alan da muktedirin sanatseverliğinin yanında, AVM’lerin rahat koltuklu sinemalarına olan ilgimiz değil mi? Semt forumları düzenleniyor. İnsanlar semtleriyle ilgili meseleleri eli sopalı vahşilerin saldırılarının tehdidi altında tartışıyorlar, karara bağlıyorlar. Antik Yunan’dan bugüne böyle bir doğrudan demokrasi deneyimi yaşadı mı bu topraklar, ben şahsen bilmiyorum, ama oluşturulan mekanizmanın büyüklüğü tartışmasız heybetiyle duruyor karşımızda. Yıllardır özlemini çektiğimiz eden/eyleyen/karar alan/üreten bireyler ortaya çıkıyor ve bu durum kendiliğinden oluşuyor. Gezi’nin “halka açık” olduğu günlerde yaşanan dayanışma da apayrı bir deneyim. Kişisel olarak iftar eylemlerinde tanışma fırsatı bulduğum Antikapitalist Müslümanlarla “imansız” solcuların dayanışması da göz yaşartan cinsten bir görüntüydü. Kim derdi ki; dini açıdan da siyasi iktidarı sıkıştıracak bir özne çıkacak ve memleketteki tüm hareketler dayanışma içinde siyasi bir amaç etrafında bir arada bulunabilecekler? Kürt hareketinin mevcut “ilerleyen” –bu ilerleyen kelimesini kaç tane tırnağın içine alsam yetmez- süreçten dolayı geri planda durması ya da genel olarak tepki verdiğimiz şeylerin ve tepki biçimimizin farklı olması bu süreçte onları geride tuttu. Sırrı’nın DTK ile ilgili söyledikleri ve DTK’yı temsilen Ahmet Türk’ün söyledikleri bu duruma ışık tutacak türden. Ama unutulmamalıdır ki Sırrı; İstanbul 2. Bölgenin ağaçlarının da vekilidir!

Kitleden öğrenilecek en önemli şey; siyasi iktidarın başında yer alan kişinin, Eliaçık’ın deyimiyle “muktedirin” istenmediğidir. Bu durum da “hükümet istifa”, “Tayyip istifa” sloganlarıyla berraklaşmıştır. Bu sloganların hiçbir işe yaramayacağını ve gereksiz olduğunu iddia edenleri görüyorum son zamanlarda sosyal medyada. Bu sloganların özellikle üzerinde durulması gerekiyor. Modern yaşamı benimsemiş kitlelerin son on yıldır yaşamlarında meydana gelen değişiklikler, en ufak muhalif bir gösterinin dahi sertlikle bastırılmaya çalışılması, Alevilerin statülerinin belirsizliği ve karşılaştıkları ayrımcılık, kadınların uğradığı taciz/tecavüz/cinayetler, Kürtlerin siyasi isteklerinin çözülmemesi ve kendilerine yönelik siyasi soykırım mekanizmalarının son sürat işletilmesi, cemaatin devletin her kademesinde yuvalanması, Suriye konusunda alınan pozisyon sonrasında güney illerinde –özellikle Hatay’da – yaşananlar, okullarında öğrenciler, işyerlerinde işçiler ve memurlar… Bu listenin sonu yok ama “listeyi okurken aklınıza listenin sebebi olarak gelen kişi/kurum/kavram nedir?” diye sorsam alacağım cevap üç aşağı beş yukarı ya muktedirin isim ve soyadının ya da başında bulunduğu partinin üç harflik kısaltması olacaktır. İşte istifa istemini dile getiren sloganlar da bu sorunlar etrafında şekillenen siyasetin sonucudur bana kalırsa. Ayrıca istifa isteminin reel bir hedef olamayacağı, mevcut hükümetin yerine düzen içi de olsa bir siyasi aktörün konamayacağı gerçekleri de olduğu gibi önümüzde duruyor.

Son zamanda sosyal medyada gördüğüm bir talep daha var; seçim barajlarının kalkması. Kesinlikle haklı ve reel bir politik taleptir, acilen karşılanmalıdır. Ancak basit bir yöntemle, örneğin TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter hesabına bir göz atsanız meclise bu düzende akılcı bir karar aldırmanın mümkün olmadığını göreceksiniz. Meclis grubunuzun olmasının da grup toplantılarınızın basın tarafından yayınlanması dışında bir avantajı yok. Tartışmak istediğiniz konu Roboski, mevsimlik işçiler, polisin kullandığı orantısız güç vs. gibi cidden vicdanları yaralayan meseleler olsa da karşı tarafta eli çok kuvvetli bir iktidar var. O anlamda parlamenter demokrasinin parlamento içinde dahi çalışmadığı göz önüne alınırsa meclise Lenin’i diriltip göndersen ne yazar? “Biz devrimciliği sizden de iyi biliriz Lenin Efendi!” derler adama. Bu manada meclisten medet ummak çok da akılcı değil. İktidarı ilgilendiren en ufak bir kanun teklifi dahi vekillerin önüne gelmedikten sonra bu meclisin anayasa yapabileceğini, Kürt meselesini hakkıyla çözebileceğini, seçim barajlarını indirebileceğini düşünmek nasıl nitelendirilir, varın siz düşünün. Bu noktada meclis dışında tıpkı park forumlarında olduğu gibi “iktidar organı” olabilecek ve başta yerel ardından merkezi yönetimi zorlamak şu an için daha akılcı duruyor. Seçim barajının indirilmesi talebi de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Söylenmesi gereken önemli gördüğüm bir şey de direnişe katılanların sınıfsal ve siyasi özellikleri. Alana bayrak ve flama bakımından renk veren gruplar genelde sosyalist partiler ve gruplar. Ancak eylemlerin içeriğine ve kitlenin eylemler esnasında verdiği tepkilere bakarak pek de siyasi bakımdan örgütlü olmadıkları rahatça anlaşılabilir. 80 sonrası kuşak diyebileceğimiz kitleyle ilgili; lisans düzeyinde eğitim almış ve mevcut iktidarın yaşama alanlarına müdahalesinden memnun olmayanlar demek kabaca yanlış olmasa gerek. Okumayı, yaşamayı seven ancak son noktada kendisine reva görülen çalışma ve yaşama koşullarından memnun olmayan bir de üzerine yaşam tarzına karışılan bir kitle. Öte yandan 90’lı yıllarda eğitim alan ve modern ailelerde yetişmiş bir toplamın da Kemalist duyarlılıklara sahip olmasını da anlamak gerekir. Öte yandan AKP mitinglerinde yanlış slogan atan, mikrofona konuşurken pek de anlamlandıramadığımız şeyler söyleyen kitlenin espri malzemesi yapılmaları da geçmişten gelen seçkinci damarın bir ürünü olsa gerek. Bir özeleştiri mahiyetinde benzer damardan malul biri olarak bu tavrı da şöyle yorumlayabiliriz kanımca: Nasıl ki 2002 sonrasında yaşadıklarımız mevcut iktidarın soğukkanlılıkla aldığı intikamsa, seçkinci kitlenin kendisine pek de benzemeyen AKP tabanını espri malzemesi yapması benzer bir rövanş hissiyatını içeriyor. Bu seçkinci tutum tabii ki mücadele edilmesi ve değiştirilmesi gereken bir tavır. AKP mitinginde mikrofon uzatılanlar sınıfsal açıdan yine özellikle kent yoksullarını oluştururlar. Sistem onların hayatlarını da iki paralık etmektedir. Baksanıza muktedir bile mitinglerinde kendi oy potansiyelini oluşturan insanlara “kömür de veririm, makarna da; ne olacak?” diyebilmekte ve karşılığında alkış alabilmektedir. Ancak siyasi arenadaki bazı aktörlerin “geceden gündüze değil de, bugünden yarına değil de, çok acil olarak değil ama çabuk çabuk” esprili bir dille teşhir edilmesi gerekiyor.  

Öte yandan alanı dolduran kitlenin bir bölümü de geçmişte sol kanat siyasetle uğraşmış ancak kendisini mevcut yapıların içinde ifade edemeyen bir topluluk. 28 Mayıs ve sonrasındaki kalkışma bu topluluğun fikirlerini değiştirir mi bilemem ama özellikle sosyalist yapıların bu insanlarla ilgili geç kalmış özeleştiriler yapmalarında fayda var.

Diğer bir durum da sol siyasetin yıllardır yapamadığı etkiyi Redhack yaklaşık 2 saatte, yüzünü göstermeden -tıpkı Antik Yunan’da sahnelenen trajedilerde olduğu gibi- yaptı. Penguenlerle başlayan konuşma; Hasankeyf, Mardin, Şemdinli, Aleviler, Suriye, siyasi davalar, medya gibi meselelerle devam etti ve televizyondaki sesin sahibi V gibi birçoğumuzun aklına kazındı. Youtube’daki tıklanma sayısıyla bile milyonu aşkın kişiye ulaşan bu konuşma bir halkın sosyalizmin meşruluğuna hiç de alışık olunmayan bir biçimde ulaşması anlamına geliyor. Redhack bir siyasi parti değil; bültenleri, bildirileri, afişleri, beylik sloganları, genel başkanı, merkez organı olan bir yapı değil ama az önce saydıklarıma sahip olanların yapamadığını tek seferde ve 2 saatte yapması göre yine solcuların özeleştiri konularından biri olmalıdır.  

Başta tepki yazısı demişim de 1700 sözcük olmuş benim tepkim bitmemiş. 

Son sözü Timur Selçuk söylesin, güzel de söylemiş zaten...

Sol Kroşe