9 Temmuz 2013 Salı

Ekümenopolis

İmre Azem'in yazıp yönettiği Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir belgeseli, yaşadığımız günlerin anlam ve önemine mahsuben izlenmesi ya da tekrar göz atılması gereken bir yapıt. Neoliberalizm diye dilimize dolanan kavramın varlığını esas olarak kentleri dönüştürmesine borçlu olduğunu anlatan belgeseli izlemenin "geleni ve gelmekte olanı anlamak" için iyi bir araç olduğunu düşünüyorum.


4 Temmuz 2013 Perşembe

Parlamenter Demokrasi: Durum ve Olanaksızlıklar

Siyasi dergilerdeki yazı başlığı gibi olmuş değil mi? Ama başlığın bana bile çağrıştırdığı sıkıcılıktan uzak tutmaya çalışarak kışkırtıcı fikirlerimi ortaya koymaya çalışacağım. Kim okuyacaksa bunları artık?

Öncelikle yazımı şu önermenin doğruluğu üzerinden şekillendiriyorum: “Parlamentonun -genel seçimlere bağlı olarak -sayısal oluşumuna dayanan parlamenter demokrasinin uzun bir geçmişten günümüze tıkanmış oluşu reel bir durumdur.”

Yukarıdaki tırnak içinde belirttiğim cümle ne anlama geliyor, açıklamasına geçelim.

Efendiler! Kapitalizmin hüküm sürdüğü büyük çoğunluğu ücretli çalışan olan, emekçi karakterli ve ezilenlerden mamul bir memlekette meclisin sizin sınıfsal karakterinize uygun olarak şekillenmesini beklemeyiniz. Gücü olan gücünü arttırır/korur. Siyasi parti listelerinden vekil adayı gösterilenlerden kaçının umurundadır; gasp edilmiş haklar, coplanan kalabalıklar, inancını yaşayamayanlar, cebre maruz kalan kadınlar, dilini konuşamayanlar, geçmişle hesaplaşılmasını temenni edenler, kesilen ağaçlar, belediyelerin zehirlediği hayvanlar... Bu noktadan hareketle güç ilişkilerinin maddiyatla belirlendiği bir sistemde gerçekten sizin dertlerinizi başa koymuş birilerinin çoğunluğu oluşturduğu bir meclis hayaldir.

Farz edelim sizin sınıfsal aidiyetinize uygun olan bir liste belirledi partiler. Peki, kim belirledi ulan bu listeleri? Mevcut parti yapılarıyla devam ediyorsak parti merkezlerinin kafa göz dalmadığı milletvekili listesi yoktur, olamaz. Parti merkezleri kendilerine muhalefet edecek üyelere bile tahammül edemezken merkezin rızası dışında belirlenecek vekil adaylarını kabullenmeyecekleri açıktır. Durumun bu şekilde yaşanmadığını iddia edenler, çok değil bir yıl içinde yapılacak belediye seçimleri için partilerin aday belirleme süreçlerini yakından inceleyebilirler.

Yine üyesi/taraftarı bulunduğunuz partinin adaylarını parti içi demokrasi mekanizmalarını çalıştırarak belirlediğini varsayalım. Öyle ki örneğin CHP listelerinde Hüseyin Aygün gibi 100 adayın “seçilebilecekleri” noktalardan aday olabildiklerini ve parti merkezinin de buna müdahale etmediğini varsayalım. Varsayamadım ki!

Peki, parti içi demokrasi mekanizmalarını kullanan parti rakipleriyle adaletli bir biçimde yarışabilecek midir? Öncelikle partimiz hazine yardımı almıyorsa propaganda için üyelerinin aidatlarını ve bağışlarını kullanacaktır. Bir tarafta devletin olanaklarıyla trilyonları kasasına atarak yola çıkan birkaç parti ve diğer tarafta öz kaynakları dışında propaganda için seferber edeceği bir şey olmayan bir parti. Nasıl olacak? Bununla bitse iyi! Medyanın nasıl davrandığı da ortada. Seçim süreçlerinde gazeteler ve televizyon kanalları 2-3 partinin propaganda çalışmasını haber yapar. Bir de siyasi iktidarla kol kola gidenler vardır ki onlar başka bir yazının konusu olabilir. Öte yandan, seçime girdiğimiz yerin duyuru tahtası, reklam panosu gibi propaganda amaçlı kullanılabilecek objeler genel olarak belediyenin kontrolünde. Peki, siz Türkiye gibi bir ülkede belediyelerin kullanımındaki propaganda araçlarının hakkaniyetli bir biçimde kullanılabileceğine inanıyor musunuz?

Miting yapacaksınız, siz muktedir değilsiniz ki “açılış töreni” adı altında kamunun ve belediyelerin imkânlarını seferber ederek mitin yapasınız. Mecbur mitinginiz için araç kaldıracaksınız ve bir sürü masrafınız olacak. Ya mitingi yapacağınız şehrin belediyesi sizin mitinginiz yönüne giden toplu taşıma imkânını ortadan kaldırırsa?

 Yine siz yurttaşlara siyasi programınızı uygulamaya çalışmaktan başka bir şey veremezken yine iktidar ve yandaşları halkın yoksunluklarını siyasi malzeme yapıyorsa?
 Bir de sandık sonuçlarına gayrı meşru yollardan müdahale konusu var. Çok partili seçimin ilk defa yapıldığı 1946’dan beri siyasal gelenektir sandıklardan çıkan meşru oyların yırtılması/yakılması/çöpten çıkması/yok sayılması. Hatta sayı bakımından az olan, bu manada oy sayımı kolay olan yerlerde dahi kazananın adını değiştirir bu hileler.

Buraya kadar yazdıklarımız düzen içi, düzen dışı tüm siyasi partileri ilgilendiren konulardı. Bir de yalnızca düzen dışı siyasetlerin karşılaştığı durumlar var onları da dile getirelim.

Sol siyasetle kadro düzeyinde uğraşanlar iyi bilirler altta yazdıklarımı. Hepsine selam yollarım buradan, saldırın koçlar!

Legal bir bildiriyi dağıtırken gözaltına alınırsınız. Yine yasal afişleri yapıştırırken gözaltına alınırsınız hatta belediye size “çevreyi kirletmekten” para cezası keser, hani şu ağaçların kesilmesine, parkların gasp edilmesine “yayında mıyız?” tepkisi veren belediye! Son zamanlarda sokaklarda boy gösteren eli sopalı, “devletin bir cop bile veremediği” faşistlerin baskılarına maruz kalırsınız. Seçim konvoylarınıza silahlı saldırı düzenlenir, ölenlerin hesabı sorulmaz; ahrete kalır. Üniversitede disiplin kovuşturması geçirirsiniz. Adaylarınızı devlet kabul etmez, tehdit istemez, zararsızlığı yasalara göre kabul edilmiş kişilerden kurulu olmanızı isterler. Adaylar konusunda geri adım atmadığınızda rekor oylar alarak seçilenler meclise gidemezler. Zaten genellikle adaylarınız toplamda binde 3-5 oy alır ve alay konusu olur adlığınız oy oranı. Bir de “arkadaşım, o partiye verdiğin oy boşa gitmiş” demezler mi, derler.

Gelelim baraj meselesine. Barajlı seçim mevcut olduğu sürece her dileyenin kendi siyasi görüşüne mensup birini meclise verdiği oyla ya da yürüttüğü siyasi kampanyayla göndermesi olanaksız bir durumdur. Bir de bizim memlekette baraj demek, örneğin 2011 seçimlerine göre –seçime katılıma göre değişebilir bu sayı- ülke genelinde 4,5 milyon oy demek. Bu da 4,5 milyondan az oy alan partilerin pratikte yaşamadıkları anlamına gelir. Burada bir parantez açalım Kürt siyasi hareketi bu baraj meselesinden bağımsız olabiliyor. Yazıyı yazarken aklıma geldi bu niteleme: “Gerilla tipi” seçime giriyorlar! Kazanabilecekleri yerlerden adaylar gösterip tüm güçlerini seferber ederek adaylarını seçtiriyorlar bize de hayranlıkla seyretmek kalıyor. Paragrafın genelinden farklı bir düşünce olarak Kürt siyaseti o meclisi en çok hak eden siyasettir bence. En çok onlar orada olmak istiyorlar ve orada olmayı hak ediyorlar. 70 yıllık çok partili demokraside en çok onlar bedel ödediler/ödüyorlar.

Yukarıda yazdığım engellemelere, adaletsizliklere rağmen parti içi demokrasiye bağlı kalarak aday belirlediniz ve parlamentoya girdiniz. Karşınızda demokrasinin “çoğunluk diktası” olduğunu düşünen bir akıl varsa işiniz kolay değil. Geçen yazıda da belirtmiştik; TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter sayfasına bakarsanız anlarsınız ne demek istediğimi. Sizin istediğiniz, vicdanınızı yaralayan, politik programınızı ilgilendiren hiçbir konuyla ilgili o meclis karar alamaz. Sayısal çoğunluğa sahip iktidar ne derse o olur, olacaktır. Meclis grubunuzda konuştuklarınız bir miktar medyanın gündemine girer ve marka olmuş vekillerinizin mecliste yaptıkları “it yese kudurur” cinsten yaptıkları konuşmalar video paylaşım sitelerinde tıklanma rekorları kırar ama onunla kalırsınız. Meclisin sizin parti programınızla ilgilendiği yoktur.

Bu şartlar altında koskoca meclisin ciddi bölümü yukarda saydığımız bana kalırsa gayrı meşru yollardan meclise girmiş ve parti liderinin bir dediğini iki etmeyen vekillerden oluşur. Onlar liderlerinin ücretsiz noterliğini yapanlardır.

Ne Yapmalı?

Verili durumda ekonomik düzen, partiler, liderler, seçim sistemi, meclisin oluşumu adaletsiz. Ne yapalım, seçim gibi nerdeyse tüm halkın politik algılarının açık olduğu dönemleri es mi geçelim? İnsanlar umutsuz ya da kendilerini kurtaracak bir mehdinin umuduyla mı yaşasın?
Öncelikle meclisin temel demokratik meselelerde karar alabilmesi için dışarıdan mücadele yürütmek iyi bir strateji olabilir. Örneğin mevcut sendika yasalarına göre kamu emekçilerinin grev yapması yasaktır. Bu durumda ülke gündeminin yokuş aşağı gittiği her durumda grev yapma özgürlüğünün sağlanması gereklidir. Öte yandan işçi sendikaları için de garip bir yasa söz konusudur. Onlar da toplu sözleşme dönemleri dışındaki emek ve siyaset günlerinde mevcut yasalara göre grev yapamamaktadırlar. Örnek olarak verdiğimiz bu iki durum dışarıda gündem yapılmalıdır.

Sendika ve meslek örgütü gibi alanlarda mutlaka örgütlenilmelidir. Üyesi olunan sendika veya meslek örgütü siyasi gündemlerde söz almaya zorlanmalıdır. Bu iki örgütlülük sayesinde meclis gündemine gelmesini istediğimiz yasalarla ilgili söz söyleme hakkı da güvenceye alınmış olur. Ancak yine sendikal örgütlenme kolay bir iş değil, bununla ilgili yasaları dert edinmek lazım.
Kadın hakları, ekoloji, azınlık hakları gibi konularda faaliyet gösteren STK’lar ile siyasi partilerin işbirliği yapabilmeleri için ön ayak olmak. Bana göre; kabaca bu üç başlıkta sivil toplum örgütlerinin çabaları anlamlı olmakla beraber yeterli değildir. Öte yandan siyasi partiler de bu meselelerle yeterince ilgilenmiyor. Programına “çevreye duyarlı bir kent yönetimi yaratacağız” ya da “kadınların özgürlüğünü güvence altına alacağız” yazmak hangi sorunu çözüyor? Bu tip çetrefilli meselelerle ilgili parti programlarını ve eylemlerini yetkin hale getirebilmek için STK işbirliği gerekiyor ve yerine göre parti bayrağını STK’nın yerine göre de STK bayrağını partinin taşıması gerekiyor.

Aday belirleme konusunda tabanı dinlemeyen, ön seçim yapmayan ve direk parti merkezini bu işler için seferber eden partilere oy vermeyelim. Madem aday olan benim oyumla seçilecek o zaman aday belirlenirken bana sorulmalıdır. Öteki türlü muktedirlerin noteri olan insanların meclise girmesini istemiyorum.

Meclisin toplum aleyhine kararlar aldığı her durumda tabandan mücadele etmek gerekiyor. Üretimden ve Gezi sürecinde bilincine vardığımız tüketimden gelen güçleri kullanmak gerekli. Örneğin özel hastanelere avantaj sağlayan bir yasa çıkarıldığında özel hastaneleri boykot etmek gibi yöntemlerle tüketimden gelen gücü de kullanmalıyız.

Kolay gelsin efendim… 

Sol Kroşe

30 Haziran 2013 Pazar

Gezi

Anlık tepki yazısı bu. Günlerdir konuyla ilgili yazasım var. Hani insanın odası, masası kirlenir ya temizleme ihtiyacı duyar ve bir anda temizlik yapar, onun gibi bir şey bu da. Arınma ihtiyacından kaynaklanıyor.


Öncelikle 28 Mayıs-31 Mayıs arasında Gezi’yi gece gündüz bekleyen çevre ve kent kültürü duyarlılıklarıyla orada bulunan insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendini iş makinelerinin önüne atan Sırrı abimiz de çok yaşasın.

“Durgun gökyüzünde aniden çakan bir şimşek” gibi başladı her şey. Ayaklar artık kendilerini yönlendiren başlardan aniden sıkılıp başı tökezletmek için yürüdüler. Tıpkı Timur Selçuk’un yıllar evvel aynı şehrin yürüyerek aynı ülkeyi silkeleyen kocaman elleri olan insanları için söylediği gibi: “kokuşmuş düzene sahip çıkanın alnın çatına baktı yürüdü” bugünün aklı kocaman insanları. Kitabi olacak ama söylemeden de geçemiyorum eski alışkanlıkların verdiği anlayışla “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetemediği”  günlerdi 28 Mayıs ve sonrasında yaşananlar. Öyle bir zamandı ki; yönetenlerin yönetmeyi beceremeyecekleri güne kilitlenen düzen dışı siyaset yapanlar da ne olduğunu anlayamadılar. Onlar yine öndeydiler ve kendi seslerini duyurmaya çalıştılar. Ama değil düzen dışı siyasetler, düzen içinde yer alan milyonlarca insandan oy alan odaklar dahi sürecin manivelası olmayı başaramadılar. Solun kendi kitlesini yaratmadıkça; gerçek ve elle tutulur bir siyasi kutup yaratmasının imkânsızlığı gün gibi ortadaydı. Sendikalar da ne olduğunu anlayamadılar. Sendikalarla ilgili söylemek istediklerimi rezervde tutarak 31 Mayıs-1 Haziran dönümünü kavramaktan acizdiler ve genel grev ilanı için oldukça geciktiler, demekle yetineceğim. Gerçi mevcut örgütlülükle de gelmekte olanın ne yönünü ne de yordamını değiştirebildiler. Ortada bariz bir sendikal güçsüzlük var ve mevcut yasa(k)lar devam ettiği sürece bu tablo değişmeyecek. Dileyen özel sektör çalışanları tercihen DİSK’in kendi işkollarıyla ilgili olan sendikasına üye olarak başlarına nelerin gelebileceğini öğrenebilirler; kamudaki memurlar da KESK’e üye olarak önlerine çıkabilecek kariyer fırsatlarını ellerinin tersiyle itmiş olacaklarını kavrayabilirler.

Genel olarak halkın eylemi karşılama biçimi de oldukça değişikti. 28 Mayıs ve sonrasındaki birkaç gün polis ve iktidarın tutumu genel olarak muhalif çevrelerden tepki aldı ancak eylemin oldukça naif bir karakterle ortaya çıkışı ve iktidar tarafından naif bir eylemin dahi sertçe bastırılmaya çalışılması birçok fitilin aynı anda ateşlenmesi demekti. Daha önce sokaktaki deneyimi genelde bir A noktasından B noktasına gitmekten fazla olmayan ve sokak eylemlerinde görmeye alışık olmadığımız oldukça kalabalık bir grup sahneye çıktı. Bir daha da o sokak denen sahneden inmediler. İlk günlerde dişe diş direndiler, sonrasında Taksim’e girişle beraber inanılmaz yaratıcı ve eğlenceli sloganlarını kâh bağırdılar kâh duvarlara yazdılar. Kitlenin yönlendirilmesinde, sloganların, duvar yazılarının oluşmasında uzun zamandan beri bu işi neredeyse profesyonel hale getirmiş taraftar gruplarının ve adını anmadan geçemeyeceğim çArşı’nın önemli bir katkısı oldu. 31 Mayıs-1 Haziran dönümünde mücadele konusundaki direngenlik, yaratıcılık, yılmazlık ve daha sayamayacağım bir sürü başlıkta en önlerde yer aldılar ve bu yazının yazılmasına önemli bir katkı koydular. Taraftar gruplarının büyük bir dayanışmayla sahneye çıkması ayrıca bir güven duygusu ve kitlesellik yarattı. Biber gazından mamul sisin içinde “biber gazı oley” diye tezahürat yapan bir kitlenin içinde olmak, o tezahürata katılmak gerçekten katarsise yakın bir duygu patlaması yaratır diye düşünüyorum. Hele ki artık Taksim’e taraftar gruplarının kitlesel girişleri sonrasında yaktıkları meşaleler insanda “böyle bir İstanbul gördük” duygusunu yaratmaktan çok daha fazlasını yaptığı da açıktır.   

Medyanın ve onun günümüzdeki antitezi konumundaki sosyal medyanın da ne anlamlara geldiği ayrıca düşünülmelidir. Özellikle NTV, CnnTürk gibi kanalların direnişin ilk günlerinde aldıkları ve sonrasında da bazen geliştirerek bazen de yatıştırarak aldıkları hepimizi şok eden tutum, medyanın bazen gündemi belirleyebildiği bazen de kendisi dışındaki milyonlar tarafından belirlenen gündemi “mecburen” yayınlamak zorunda kalabildiği iki zıt durumun yansımasıdır.
Bu noktada sosyal medyanın kullanımıyla ilgili bir parantez açmakta fayda var. Uzun süredir sosyal medyayı kullanmayı neredeyse bırakmış biri olarak; son bir ayda yaşadıklarımız sosyal medyanın bir mücadele aracı olduğunu göstermekle beraber, aynı zamanda mücadele alanı olduğunu da kesinleştirmiştir. Belki bu söylediklerim bazılarınızda “yeni mi farkına vardın la düdük?” demeye yol açmışsa da benim gibi uzun zamandır “araç mı, alan mı?” ikilemini yaşayan biri için “her ikisi de” cevabını almak berraklaşmak açısından da iyi bir gelişme oldu. Artık gül gibi politik mücadelemizi verebildiğimiz sosyal medyamız var. Ancak göz önünden ayrılmaması gereken önemli bir ayrıntı da Red belgesel filminde Redhack’in ısrarla vurguladığı gibi “evet, internet politik mücadelenin bir alanıdır ancak tamamı değildir.”

“En çok devrim öğretir ya da kitleler en çok devrimden öğrenir” önermeleri bir kez daha yaşananların neye yaradığını da oldukça berraklaştırıyor. Örneğin bugüne dek polisin hanemizi, namusumuzu, mülkümüzü koruduğu yanılsaması paramparça olmuştur. Askerin sokağa inerek tekrardan “ilerici” bir yönetim kuracağını bekleyenler de jandarmanın tomalarından sıkılan suların etkisiyle kendilerine gelmişler midir acaba? Yargının siyasal iktidarın ve onun koruyucularının bir kalkanı olduğu da görülmüştür. Ethem’in katilinin aramızda olması yıllardır Hrant’ın öldürülmesiyle iliklerimizde hissettiğimiz basit gerçeği memleket sathında herkesin suratına vurmuştur: sistemin muhaliflerinin katiller aklanır. Sermayenin, tüketimin sistemin bekası için vazgeçilmez kaldıraçlar olduğu gerçeği de öğrenildi. Basit bir boykot kararıyla başlayan süreç oldukça dallanıp budaklanıyor. Kredi kartı kullanmamaya çalışma, bankalardaki paraları çekme, AVM’lerden alışveriş yapmama kararları arkasında durulması gereken iradedir. Zaten Emek Sineması’nı elimizden alan da muktedirin sanatseverliğinin yanında, AVM’lerin rahat koltuklu sinemalarına olan ilgimiz değil mi? Semt forumları düzenleniyor. İnsanlar semtleriyle ilgili meseleleri eli sopalı vahşilerin saldırılarının tehdidi altında tartışıyorlar, karara bağlıyorlar. Antik Yunan’dan bugüne böyle bir doğrudan demokrasi deneyimi yaşadı mı bu topraklar, ben şahsen bilmiyorum, ama oluşturulan mekanizmanın büyüklüğü tartışmasız heybetiyle duruyor karşımızda. Yıllardır özlemini çektiğimiz eden/eyleyen/karar alan/üreten bireyler ortaya çıkıyor ve bu durum kendiliğinden oluşuyor. Gezi’nin “halka açık” olduğu günlerde yaşanan dayanışma da apayrı bir deneyim. Kişisel olarak iftar eylemlerinde tanışma fırsatı bulduğum Antikapitalist Müslümanlarla “imansız” solcuların dayanışması da göz yaşartan cinsten bir görüntüydü. Kim derdi ki; dini açıdan da siyasi iktidarı sıkıştıracak bir özne çıkacak ve memleketteki tüm hareketler dayanışma içinde siyasi bir amaç etrafında bir arada bulunabilecekler? Kürt hareketinin mevcut “ilerleyen” –bu ilerleyen kelimesini kaç tane tırnağın içine alsam yetmez- süreçten dolayı geri planda durması ya da genel olarak tepki verdiğimiz şeylerin ve tepki biçimimizin farklı olması bu süreçte onları geride tuttu. Sırrı’nın DTK ile ilgili söyledikleri ve DTK’yı temsilen Ahmet Türk’ün söyledikleri bu duruma ışık tutacak türden. Ama unutulmamalıdır ki Sırrı; İstanbul 2. Bölgenin ağaçlarının da vekilidir!

Kitleden öğrenilecek en önemli şey; siyasi iktidarın başında yer alan kişinin, Eliaçık’ın deyimiyle “muktedirin” istenmediğidir. Bu durum da “hükümet istifa”, “Tayyip istifa” sloganlarıyla berraklaşmıştır. Bu sloganların hiçbir işe yaramayacağını ve gereksiz olduğunu iddia edenleri görüyorum son zamanlarda sosyal medyada. Bu sloganların özellikle üzerinde durulması gerekiyor. Modern yaşamı benimsemiş kitlelerin son on yıldır yaşamlarında meydana gelen değişiklikler, en ufak muhalif bir gösterinin dahi sertlikle bastırılmaya çalışılması, Alevilerin statülerinin belirsizliği ve karşılaştıkları ayrımcılık, kadınların uğradığı taciz/tecavüz/cinayetler, Kürtlerin siyasi isteklerinin çözülmemesi ve kendilerine yönelik siyasi soykırım mekanizmalarının son sürat işletilmesi, cemaatin devletin her kademesinde yuvalanması, Suriye konusunda alınan pozisyon sonrasında güney illerinde –özellikle Hatay’da – yaşananlar, okullarında öğrenciler, işyerlerinde işçiler ve memurlar… Bu listenin sonu yok ama “listeyi okurken aklınıza listenin sebebi olarak gelen kişi/kurum/kavram nedir?” diye sorsam alacağım cevap üç aşağı beş yukarı ya muktedirin isim ve soyadının ya da başında bulunduğu partinin üç harflik kısaltması olacaktır. İşte istifa istemini dile getiren sloganlar da bu sorunlar etrafında şekillenen siyasetin sonucudur bana kalırsa. Ayrıca istifa isteminin reel bir hedef olamayacağı, mevcut hükümetin yerine düzen içi de olsa bir siyasi aktörün konamayacağı gerçekleri de olduğu gibi önümüzde duruyor.

Son zamanda sosyal medyada gördüğüm bir talep daha var; seçim barajlarının kalkması. Kesinlikle haklı ve reel bir politik taleptir, acilen karşılanmalıdır. Ancak basit bir yöntemle, örneğin TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter hesabına bir göz atsanız meclise bu düzende akılcı bir karar aldırmanın mümkün olmadığını göreceksiniz. Meclis grubunuzun olmasının da grup toplantılarınızın basın tarafından yayınlanması dışında bir avantajı yok. Tartışmak istediğiniz konu Roboski, mevsimlik işçiler, polisin kullandığı orantısız güç vs. gibi cidden vicdanları yaralayan meseleler olsa da karşı tarafta eli çok kuvvetli bir iktidar var. O anlamda parlamenter demokrasinin parlamento içinde dahi çalışmadığı göz önüne alınırsa meclise Lenin’i diriltip göndersen ne yazar? “Biz devrimciliği sizden de iyi biliriz Lenin Efendi!” derler adama. Bu manada meclisten medet ummak çok da akılcı değil. İktidarı ilgilendiren en ufak bir kanun teklifi dahi vekillerin önüne gelmedikten sonra bu meclisin anayasa yapabileceğini, Kürt meselesini hakkıyla çözebileceğini, seçim barajlarını indirebileceğini düşünmek nasıl nitelendirilir, varın siz düşünün. Bu noktada meclis dışında tıpkı park forumlarında olduğu gibi “iktidar organı” olabilecek ve başta yerel ardından merkezi yönetimi zorlamak şu an için daha akılcı duruyor. Seçim barajının indirilmesi talebi de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Söylenmesi gereken önemli gördüğüm bir şey de direnişe katılanların sınıfsal ve siyasi özellikleri. Alana bayrak ve flama bakımından renk veren gruplar genelde sosyalist partiler ve gruplar. Ancak eylemlerin içeriğine ve kitlenin eylemler esnasında verdiği tepkilere bakarak pek de siyasi bakımdan örgütlü olmadıkları rahatça anlaşılabilir. 80 sonrası kuşak diyebileceğimiz kitleyle ilgili; lisans düzeyinde eğitim almış ve mevcut iktidarın yaşama alanlarına müdahalesinden memnun olmayanlar demek kabaca yanlış olmasa gerek. Okumayı, yaşamayı seven ancak son noktada kendisine reva görülen çalışma ve yaşama koşullarından memnun olmayan bir de üzerine yaşam tarzına karışılan bir kitle. Öte yandan 90’lı yıllarda eğitim alan ve modern ailelerde yetişmiş bir toplamın da Kemalist duyarlılıklara sahip olmasını da anlamak gerekir. Öte yandan AKP mitinglerinde yanlış slogan atan, mikrofona konuşurken pek de anlamlandıramadığımız şeyler söyleyen kitlenin espri malzemesi yapılmaları da geçmişten gelen seçkinci damarın bir ürünü olsa gerek. Bir özeleştiri mahiyetinde benzer damardan malul biri olarak bu tavrı da şöyle yorumlayabiliriz kanımca: Nasıl ki 2002 sonrasında yaşadıklarımız mevcut iktidarın soğukkanlılıkla aldığı intikamsa, seçkinci kitlenin kendisine pek de benzemeyen AKP tabanını espri malzemesi yapması benzer bir rövanş hissiyatını içeriyor. Bu seçkinci tutum tabii ki mücadele edilmesi ve değiştirilmesi gereken bir tavır. AKP mitinginde mikrofon uzatılanlar sınıfsal açıdan yine özellikle kent yoksullarını oluştururlar. Sistem onların hayatlarını da iki paralık etmektedir. Baksanıza muktedir bile mitinglerinde kendi oy potansiyelini oluşturan insanlara “kömür de veririm, makarna da; ne olacak?” diyebilmekte ve karşılığında alkış alabilmektedir. Ancak siyasi arenadaki bazı aktörlerin “geceden gündüze değil de, bugünden yarına değil de, çok acil olarak değil ama çabuk çabuk” esprili bir dille teşhir edilmesi gerekiyor.  

Öte yandan alanı dolduran kitlenin bir bölümü de geçmişte sol kanat siyasetle uğraşmış ancak kendisini mevcut yapıların içinde ifade edemeyen bir topluluk. 28 Mayıs ve sonrasındaki kalkışma bu topluluğun fikirlerini değiştirir mi bilemem ama özellikle sosyalist yapıların bu insanlarla ilgili geç kalmış özeleştiriler yapmalarında fayda var.

Diğer bir durum da sol siyasetin yıllardır yapamadığı etkiyi Redhack yaklaşık 2 saatte, yüzünü göstermeden -tıpkı Antik Yunan’da sahnelenen trajedilerde olduğu gibi- yaptı. Penguenlerle başlayan konuşma; Hasankeyf, Mardin, Şemdinli, Aleviler, Suriye, siyasi davalar, medya gibi meselelerle devam etti ve televizyondaki sesin sahibi V gibi birçoğumuzun aklına kazındı. Youtube’daki tıklanma sayısıyla bile milyonu aşkın kişiye ulaşan bu konuşma bir halkın sosyalizmin meşruluğuna hiç de alışık olunmayan bir biçimde ulaşması anlamına geliyor. Redhack bir siyasi parti değil; bültenleri, bildirileri, afişleri, beylik sloganları, genel başkanı, merkez organı olan bir yapı değil ama az önce saydıklarıma sahip olanların yapamadığını tek seferde ve 2 saatte yapması göre yine solcuların özeleştiri konularından biri olmalıdır.  

Başta tepki yazısı demişim de 1700 sözcük olmuş benim tepkim bitmemiş. 

Son sözü Timur Selçuk söylesin, güzel de söylemiş zaten...

Sol Kroşe