4 Temmuz 2013 Perşembe

Parlamenter Demokrasi: Durum ve Olanaksızlıklar

Siyasi dergilerdeki yazı başlığı gibi olmuş değil mi? Ama başlığın bana bile çağrıştırdığı sıkıcılıktan uzak tutmaya çalışarak kışkırtıcı fikirlerimi ortaya koymaya çalışacağım. Kim okuyacaksa bunları artık?

Öncelikle yazımı şu önermenin doğruluğu üzerinden şekillendiriyorum: “Parlamentonun -genel seçimlere bağlı olarak -sayısal oluşumuna dayanan parlamenter demokrasinin uzun bir geçmişten günümüze tıkanmış oluşu reel bir durumdur.”

Yukarıdaki tırnak içinde belirttiğim cümle ne anlama geliyor, açıklamasına geçelim.

Efendiler! Kapitalizmin hüküm sürdüğü büyük çoğunluğu ücretli çalışan olan, emekçi karakterli ve ezilenlerden mamul bir memlekette meclisin sizin sınıfsal karakterinize uygun olarak şekillenmesini beklemeyiniz. Gücü olan gücünü arttırır/korur. Siyasi parti listelerinden vekil adayı gösterilenlerden kaçının umurundadır; gasp edilmiş haklar, coplanan kalabalıklar, inancını yaşayamayanlar, cebre maruz kalan kadınlar, dilini konuşamayanlar, geçmişle hesaplaşılmasını temenni edenler, kesilen ağaçlar, belediyelerin zehirlediği hayvanlar... Bu noktadan hareketle güç ilişkilerinin maddiyatla belirlendiği bir sistemde gerçekten sizin dertlerinizi başa koymuş birilerinin çoğunluğu oluşturduğu bir meclis hayaldir.

Farz edelim sizin sınıfsal aidiyetinize uygun olan bir liste belirledi partiler. Peki, kim belirledi ulan bu listeleri? Mevcut parti yapılarıyla devam ediyorsak parti merkezlerinin kafa göz dalmadığı milletvekili listesi yoktur, olamaz. Parti merkezleri kendilerine muhalefet edecek üyelere bile tahammül edemezken merkezin rızası dışında belirlenecek vekil adaylarını kabullenmeyecekleri açıktır. Durumun bu şekilde yaşanmadığını iddia edenler, çok değil bir yıl içinde yapılacak belediye seçimleri için partilerin aday belirleme süreçlerini yakından inceleyebilirler.

Yine üyesi/taraftarı bulunduğunuz partinin adaylarını parti içi demokrasi mekanizmalarını çalıştırarak belirlediğini varsayalım. Öyle ki örneğin CHP listelerinde Hüseyin Aygün gibi 100 adayın “seçilebilecekleri” noktalardan aday olabildiklerini ve parti merkezinin de buna müdahale etmediğini varsayalım. Varsayamadım ki!

Peki, parti içi demokrasi mekanizmalarını kullanan parti rakipleriyle adaletli bir biçimde yarışabilecek midir? Öncelikle partimiz hazine yardımı almıyorsa propaganda için üyelerinin aidatlarını ve bağışlarını kullanacaktır. Bir tarafta devletin olanaklarıyla trilyonları kasasına atarak yola çıkan birkaç parti ve diğer tarafta öz kaynakları dışında propaganda için seferber edeceği bir şey olmayan bir parti. Nasıl olacak? Bununla bitse iyi! Medyanın nasıl davrandığı da ortada. Seçim süreçlerinde gazeteler ve televizyon kanalları 2-3 partinin propaganda çalışmasını haber yapar. Bir de siyasi iktidarla kol kola gidenler vardır ki onlar başka bir yazının konusu olabilir. Öte yandan, seçime girdiğimiz yerin duyuru tahtası, reklam panosu gibi propaganda amaçlı kullanılabilecek objeler genel olarak belediyenin kontrolünde. Peki, siz Türkiye gibi bir ülkede belediyelerin kullanımındaki propaganda araçlarının hakkaniyetli bir biçimde kullanılabileceğine inanıyor musunuz?

Miting yapacaksınız, siz muktedir değilsiniz ki “açılış töreni” adı altında kamunun ve belediyelerin imkânlarını seferber ederek mitin yapasınız. Mecbur mitinginiz için araç kaldıracaksınız ve bir sürü masrafınız olacak. Ya mitingi yapacağınız şehrin belediyesi sizin mitinginiz yönüne giden toplu taşıma imkânını ortadan kaldırırsa?

 Yine siz yurttaşlara siyasi programınızı uygulamaya çalışmaktan başka bir şey veremezken yine iktidar ve yandaşları halkın yoksunluklarını siyasi malzeme yapıyorsa?
 Bir de sandık sonuçlarına gayrı meşru yollardan müdahale konusu var. Çok partili seçimin ilk defa yapıldığı 1946’dan beri siyasal gelenektir sandıklardan çıkan meşru oyların yırtılması/yakılması/çöpten çıkması/yok sayılması. Hatta sayı bakımından az olan, bu manada oy sayımı kolay olan yerlerde dahi kazananın adını değiştirir bu hileler.

Buraya kadar yazdıklarımız düzen içi, düzen dışı tüm siyasi partileri ilgilendiren konulardı. Bir de yalnızca düzen dışı siyasetlerin karşılaştığı durumlar var onları da dile getirelim.

Sol siyasetle kadro düzeyinde uğraşanlar iyi bilirler altta yazdıklarımı. Hepsine selam yollarım buradan, saldırın koçlar!

Legal bir bildiriyi dağıtırken gözaltına alınırsınız. Yine yasal afişleri yapıştırırken gözaltına alınırsınız hatta belediye size “çevreyi kirletmekten” para cezası keser, hani şu ağaçların kesilmesine, parkların gasp edilmesine “yayında mıyız?” tepkisi veren belediye! Son zamanlarda sokaklarda boy gösteren eli sopalı, “devletin bir cop bile veremediği” faşistlerin baskılarına maruz kalırsınız. Seçim konvoylarınıza silahlı saldırı düzenlenir, ölenlerin hesabı sorulmaz; ahrete kalır. Üniversitede disiplin kovuşturması geçirirsiniz. Adaylarınızı devlet kabul etmez, tehdit istemez, zararsızlığı yasalara göre kabul edilmiş kişilerden kurulu olmanızı isterler. Adaylar konusunda geri adım atmadığınızda rekor oylar alarak seçilenler meclise gidemezler. Zaten genellikle adaylarınız toplamda binde 3-5 oy alır ve alay konusu olur adlığınız oy oranı. Bir de “arkadaşım, o partiye verdiğin oy boşa gitmiş” demezler mi, derler.

Gelelim baraj meselesine. Barajlı seçim mevcut olduğu sürece her dileyenin kendi siyasi görüşüne mensup birini meclise verdiği oyla ya da yürüttüğü siyasi kampanyayla göndermesi olanaksız bir durumdur. Bir de bizim memlekette baraj demek, örneğin 2011 seçimlerine göre –seçime katılıma göre değişebilir bu sayı- ülke genelinde 4,5 milyon oy demek. Bu da 4,5 milyondan az oy alan partilerin pratikte yaşamadıkları anlamına gelir. Burada bir parantez açalım Kürt siyasi hareketi bu baraj meselesinden bağımsız olabiliyor. Yazıyı yazarken aklıma geldi bu niteleme: “Gerilla tipi” seçime giriyorlar! Kazanabilecekleri yerlerden adaylar gösterip tüm güçlerini seferber ederek adaylarını seçtiriyorlar bize de hayranlıkla seyretmek kalıyor. Paragrafın genelinden farklı bir düşünce olarak Kürt siyaseti o meclisi en çok hak eden siyasettir bence. En çok onlar orada olmak istiyorlar ve orada olmayı hak ediyorlar. 70 yıllık çok partili demokraside en çok onlar bedel ödediler/ödüyorlar.

Yukarıda yazdığım engellemelere, adaletsizliklere rağmen parti içi demokrasiye bağlı kalarak aday belirlediniz ve parlamentoya girdiniz. Karşınızda demokrasinin “çoğunluk diktası” olduğunu düşünen bir akıl varsa işiniz kolay değil. Geçen yazıda da belirtmiştik; TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter sayfasına bakarsanız anlarsınız ne demek istediğimi. Sizin istediğiniz, vicdanınızı yaralayan, politik programınızı ilgilendiren hiçbir konuyla ilgili o meclis karar alamaz. Sayısal çoğunluğa sahip iktidar ne derse o olur, olacaktır. Meclis grubunuzda konuştuklarınız bir miktar medyanın gündemine girer ve marka olmuş vekillerinizin mecliste yaptıkları “it yese kudurur” cinsten yaptıkları konuşmalar video paylaşım sitelerinde tıklanma rekorları kırar ama onunla kalırsınız. Meclisin sizin parti programınızla ilgilendiği yoktur.

Bu şartlar altında koskoca meclisin ciddi bölümü yukarda saydığımız bana kalırsa gayrı meşru yollardan meclise girmiş ve parti liderinin bir dediğini iki etmeyen vekillerden oluşur. Onlar liderlerinin ücretsiz noterliğini yapanlardır.

Ne Yapmalı?

Verili durumda ekonomik düzen, partiler, liderler, seçim sistemi, meclisin oluşumu adaletsiz. Ne yapalım, seçim gibi nerdeyse tüm halkın politik algılarının açık olduğu dönemleri es mi geçelim? İnsanlar umutsuz ya da kendilerini kurtaracak bir mehdinin umuduyla mı yaşasın?
Öncelikle meclisin temel demokratik meselelerde karar alabilmesi için dışarıdan mücadele yürütmek iyi bir strateji olabilir. Örneğin mevcut sendika yasalarına göre kamu emekçilerinin grev yapması yasaktır. Bu durumda ülke gündeminin yokuş aşağı gittiği her durumda grev yapma özgürlüğünün sağlanması gereklidir. Öte yandan işçi sendikaları için de garip bir yasa söz konusudur. Onlar da toplu sözleşme dönemleri dışındaki emek ve siyaset günlerinde mevcut yasalara göre grev yapamamaktadırlar. Örnek olarak verdiğimiz bu iki durum dışarıda gündem yapılmalıdır.

Sendika ve meslek örgütü gibi alanlarda mutlaka örgütlenilmelidir. Üyesi olunan sendika veya meslek örgütü siyasi gündemlerde söz almaya zorlanmalıdır. Bu iki örgütlülük sayesinde meclis gündemine gelmesini istediğimiz yasalarla ilgili söz söyleme hakkı da güvenceye alınmış olur. Ancak yine sendikal örgütlenme kolay bir iş değil, bununla ilgili yasaları dert edinmek lazım.
Kadın hakları, ekoloji, azınlık hakları gibi konularda faaliyet gösteren STK’lar ile siyasi partilerin işbirliği yapabilmeleri için ön ayak olmak. Bana göre; kabaca bu üç başlıkta sivil toplum örgütlerinin çabaları anlamlı olmakla beraber yeterli değildir. Öte yandan siyasi partiler de bu meselelerle yeterince ilgilenmiyor. Programına “çevreye duyarlı bir kent yönetimi yaratacağız” ya da “kadınların özgürlüğünü güvence altına alacağız” yazmak hangi sorunu çözüyor? Bu tip çetrefilli meselelerle ilgili parti programlarını ve eylemlerini yetkin hale getirebilmek için STK işbirliği gerekiyor ve yerine göre parti bayrağını STK’nın yerine göre de STK bayrağını partinin taşıması gerekiyor.

Aday belirleme konusunda tabanı dinlemeyen, ön seçim yapmayan ve direk parti merkezini bu işler için seferber eden partilere oy vermeyelim. Madem aday olan benim oyumla seçilecek o zaman aday belirlenirken bana sorulmalıdır. Öteki türlü muktedirlerin noteri olan insanların meclise girmesini istemiyorum.

Meclisin toplum aleyhine kararlar aldığı her durumda tabandan mücadele etmek gerekiyor. Üretimden ve Gezi sürecinde bilincine vardığımız tüketimden gelen güçleri kullanmak gerekli. Örneğin özel hastanelere avantaj sağlayan bir yasa çıkarıldığında özel hastaneleri boykot etmek gibi yöntemlerle tüketimden gelen gücü de kullanmalıyız.

Kolay gelsin efendim… 

Sol Kroşe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder