Siyasi dergilerdeki
yazı başlığı gibi olmuş değil mi? Ama başlığın bana bile çağrıştırdığı
sıkıcılıktan uzak tutmaya çalışarak kışkırtıcı fikirlerimi ortaya koymaya
çalışacağım. Kim okuyacaksa bunları artık?
Öncelikle
yazımı şu önermenin doğruluğu üzerinden şekillendiriyorum: “Parlamentonun -genel
seçimlere bağlı olarak -sayısal oluşumuna dayanan parlamenter demokrasinin uzun
bir geçmişten günümüze tıkanmış oluşu reel bir durumdur.”
Yukarıdaki
tırnak içinde belirttiğim cümle ne anlama geliyor, açıklamasına geçelim.
Efendiler!
Kapitalizmin hüküm sürdüğü büyük çoğunluğu ücretli çalışan olan, emekçi
karakterli ve ezilenlerden mamul bir memlekette meclisin sizin sınıfsal karakterinize
uygun olarak şekillenmesini beklemeyiniz. Gücü olan gücünü arttırır/korur.
Siyasi parti listelerinden vekil adayı gösterilenlerden kaçının umurundadır;
gasp edilmiş haklar, coplanan kalabalıklar, inancını yaşayamayanlar, cebre
maruz kalan kadınlar, dilini konuşamayanlar, geçmişle hesaplaşılmasını temenni
edenler, kesilen ağaçlar, belediyelerin zehirlediği hayvanlar... Bu noktadan
hareketle güç ilişkilerinin maddiyatla belirlendiği bir sistemde gerçekten
sizin dertlerinizi başa koymuş birilerinin çoğunluğu oluşturduğu bir meclis
hayaldir.
Farz edelim
sizin sınıfsal aidiyetinize uygun olan bir liste belirledi partiler. Peki, kim
belirledi ulan bu listeleri? Mevcut parti yapılarıyla devam ediyorsak parti
merkezlerinin kafa göz dalmadığı milletvekili listesi yoktur, olamaz. Parti
merkezleri kendilerine muhalefet edecek üyelere bile tahammül edemezken
merkezin rızası dışında belirlenecek vekil adaylarını kabullenmeyecekleri
açıktır. Durumun bu şekilde yaşanmadığını iddia edenler, çok değil bir yıl
içinde yapılacak belediye seçimleri için partilerin aday belirleme süreçlerini
yakından inceleyebilirler.
Yine
üyesi/taraftarı bulunduğunuz partinin adaylarını parti içi demokrasi
mekanizmalarını çalıştırarak belirlediğini varsayalım. Öyle ki örneğin CHP
listelerinde Hüseyin Aygün gibi 100 adayın “seçilebilecekleri” noktalardan aday
olabildiklerini ve parti merkezinin de buna müdahale etmediğini varsayalım. Varsayamadım
ki!
Peki, parti
içi demokrasi mekanizmalarını kullanan parti rakipleriyle adaletli bir biçimde
yarışabilecek midir? Öncelikle partimiz hazine yardımı almıyorsa propaganda
için üyelerinin aidatlarını ve bağışlarını kullanacaktır. Bir tarafta devletin
olanaklarıyla trilyonları kasasına atarak yola çıkan birkaç parti ve diğer
tarafta öz kaynakları dışında propaganda için seferber edeceği bir şey olmayan
bir parti. Nasıl olacak? Bununla bitse iyi! Medyanın nasıl davrandığı da
ortada. Seçim süreçlerinde gazeteler ve televizyon kanalları 2-3 partinin
propaganda çalışmasını haber yapar. Bir de siyasi iktidarla kol kola gidenler
vardır ki onlar başka bir yazının konusu olabilir. Öte yandan, seçime
girdiğimiz yerin duyuru tahtası, reklam panosu gibi propaganda amaçlı
kullanılabilecek objeler genel olarak belediyenin kontrolünde. Peki, siz
Türkiye gibi bir ülkede belediyelerin kullanımındaki propaganda araçlarının
hakkaniyetli bir biçimde kullanılabileceğine inanıyor musunuz?
Miting
yapacaksınız, siz muktedir değilsiniz ki “açılış töreni” adı altında kamunun ve
belediyelerin imkânlarını seferber ederek mitin yapasınız. Mecbur mitinginiz
için araç kaldıracaksınız ve bir sürü masrafınız olacak. Ya mitingi yapacağınız
şehrin belediyesi sizin mitinginiz yönüne giden toplu taşıma imkânını ortadan
kaldırırsa?
Yine siz yurttaşlara siyasi programınızı
uygulamaya çalışmaktan başka bir şey veremezken yine iktidar ve yandaşları
halkın yoksunluklarını siyasi malzeme yapıyorsa?
Bir de sandık sonuçlarına gayrı meşru
yollardan müdahale konusu var. Çok partili seçimin ilk defa yapıldığı 1946’dan
beri siyasal gelenektir sandıklardan çıkan meşru oyların
yırtılması/yakılması/çöpten çıkması/yok sayılması. Hatta sayı bakımından az
olan, bu manada oy sayımı kolay olan yerlerde dahi kazananın adını değiştirir
bu hileler.
Buraya kadar
yazdıklarımız düzen içi, düzen dışı tüm siyasi partileri ilgilendiren
konulardı. Bir de yalnızca düzen dışı siyasetlerin karşılaştığı durumlar var
onları da dile getirelim.
Sol
siyasetle kadro düzeyinde uğraşanlar iyi bilirler altta yazdıklarımı. Hepsine
selam yollarım buradan, saldırın koçlar!
Legal bir
bildiriyi dağıtırken gözaltına alınırsınız. Yine yasal afişleri yapıştırırken
gözaltına alınırsınız hatta belediye size “çevreyi kirletmekten” para cezası
keser, hani şu ağaçların kesilmesine, parkların gasp edilmesine “yayında
mıyız?” tepkisi veren belediye! Son zamanlarda sokaklarda boy gösteren eli
sopalı, “devletin bir cop bile veremediği” faşistlerin baskılarına maruz
kalırsınız. Seçim konvoylarınıza silahlı saldırı düzenlenir, ölenlerin hesabı sorulmaz;
ahrete kalır. Üniversitede disiplin kovuşturması geçirirsiniz. Adaylarınızı
devlet kabul etmez, tehdit istemez, zararsızlığı yasalara göre kabul edilmiş
kişilerden kurulu olmanızı isterler. Adaylar konusunda geri adım atmadığınızda
rekor oylar alarak seçilenler meclise gidemezler. Zaten genellikle adaylarınız toplamda
binde 3-5 oy alır ve alay konusu olur adlığınız oy oranı. Bir de “arkadaşım, o
partiye verdiğin oy boşa gitmiş” demezler mi, derler.
Gelelim
baraj meselesine. Barajlı seçim mevcut olduğu sürece her dileyenin kendi siyasi
görüşüne mensup birini meclise verdiği oyla ya da yürüttüğü siyasi kampanyayla
göndermesi olanaksız bir durumdur. Bir de bizim memlekette baraj demek, örneğin
2011 seçimlerine göre –seçime katılıma göre değişebilir bu sayı- ülke genelinde
4,5 milyon oy demek. Bu da 4,5 milyondan az oy alan partilerin pratikte
yaşamadıkları anlamına gelir. Burada bir parantez açalım Kürt siyasi hareketi
bu baraj meselesinden bağımsız olabiliyor. Yazıyı yazarken aklıma geldi bu
niteleme: “Gerilla tipi” seçime giriyorlar! Kazanabilecekleri yerlerden adaylar
gösterip tüm güçlerini seferber ederek adaylarını seçtiriyorlar bize de
hayranlıkla seyretmek kalıyor. Paragrafın genelinden farklı bir düşünce olarak
Kürt siyaseti o meclisi en çok hak eden siyasettir bence. En çok onlar orada
olmak istiyorlar ve orada olmayı hak ediyorlar. 70 yıllık çok partili
demokraside en çok onlar bedel ödediler/ödüyorlar.
Yukarıda
yazdığım engellemelere, adaletsizliklere rağmen parti içi demokrasiye bağlı
kalarak aday belirlediniz ve parlamentoya girdiniz. Karşınızda demokrasinin
“çoğunluk diktası” olduğunu düşünen bir akıl varsa işiniz kolay değil. Geçen
yazıda da belirtmiştik; TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter sayfasına
bakarsanız anlarsınız ne demek istediğimi. Sizin istediğiniz, vicdanınızı
yaralayan, politik programınızı ilgilendiren hiçbir konuyla ilgili o meclis
karar alamaz. Sayısal çoğunluğa sahip iktidar ne derse o olur, olacaktır.
Meclis grubunuzda konuştuklarınız bir miktar medyanın gündemine girer ve marka
olmuş vekillerinizin mecliste yaptıkları “it yese kudurur” cinsten yaptıkları
konuşmalar video paylaşım sitelerinde tıklanma rekorları kırar ama onunla
kalırsınız. Meclisin sizin parti programınızla ilgilendiği yoktur.
Bu şartlar
altında koskoca meclisin ciddi bölümü yukarda saydığımız bana kalırsa gayrı
meşru yollardan meclise girmiş ve parti liderinin bir dediğini iki etmeyen
vekillerden oluşur. Onlar liderlerinin ücretsiz noterliğini yapanlardır.
Ne Yapmalı?
Verili
durumda ekonomik düzen, partiler, liderler, seçim sistemi, meclisin oluşumu
adaletsiz. Ne yapalım, seçim gibi nerdeyse tüm halkın politik algılarının açık
olduğu dönemleri es mi geçelim? İnsanlar umutsuz ya da kendilerini kurtaracak
bir mehdinin umuduyla mı yaşasın?
Öncelikle
meclisin temel demokratik meselelerde karar alabilmesi için dışarıdan mücadele
yürütmek iyi bir strateji olabilir. Örneğin mevcut sendika yasalarına göre kamu
emekçilerinin grev yapması yasaktır. Bu durumda ülke gündeminin yokuş aşağı
gittiği her durumda grev yapma özgürlüğünün sağlanması gereklidir. Öte yandan
işçi sendikaları için de garip bir yasa söz konusudur. Onlar da toplu sözleşme
dönemleri dışındaki emek ve siyaset günlerinde mevcut yasalara göre grev
yapamamaktadırlar. Örnek olarak verdiğimiz bu iki durum dışarıda gündem
yapılmalıdır.
Sendika ve
meslek örgütü gibi alanlarda mutlaka örgütlenilmelidir. Üyesi olunan sendika
veya meslek örgütü siyasi gündemlerde söz almaya zorlanmalıdır. Bu iki
örgütlülük sayesinde meclis gündemine gelmesini istediğimiz yasalarla ilgili
söz söyleme hakkı da güvenceye alınmış olur. Ancak yine sendikal örgütlenme
kolay bir iş değil, bununla ilgili yasaları dert edinmek lazım.
Kadın
hakları, ekoloji, azınlık hakları gibi konularda faaliyet gösteren STK’lar ile
siyasi partilerin işbirliği yapabilmeleri için ön ayak olmak. Bana göre; kabaca
bu üç başlıkta sivil toplum örgütlerinin çabaları anlamlı olmakla beraber
yeterli değildir. Öte yandan siyasi partiler de bu meselelerle yeterince
ilgilenmiyor. Programına “çevreye duyarlı bir kent yönetimi yaratacağız” ya da
“kadınların özgürlüğünü güvence altına alacağız” yazmak hangi sorunu çözüyor?
Bu tip çetrefilli meselelerle ilgili parti programlarını ve eylemlerini yetkin
hale getirebilmek için STK işbirliği gerekiyor ve yerine göre parti bayrağını
STK’nın yerine göre de STK bayrağını partinin taşıması gerekiyor.
Aday
belirleme konusunda tabanı dinlemeyen, ön seçim yapmayan ve direk parti
merkezini bu işler için seferber eden partilere oy vermeyelim. Madem aday olan
benim oyumla seçilecek o zaman aday belirlenirken bana sorulmalıdır. Öteki
türlü muktedirlerin noteri olan insanların meclise girmesini istemiyorum.
Meclisin
toplum aleyhine kararlar aldığı her durumda tabandan mücadele etmek gerekiyor.
Üretimden ve Gezi sürecinde bilincine vardığımız tüketimden gelen güçleri
kullanmak gerekli. Örneğin özel hastanelere avantaj sağlayan bir yasa
çıkarıldığında özel hastaneleri boykot etmek gibi yöntemlerle tüketimden gelen
gücü de kullanmalıyız.
Kolay gelsin
efendim…
Sol Kroşe
Sol Kroşe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder