9 Temmuz 2013 Salı

Ekümenopolis

İmre Azem'in yazıp yönettiği Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir belgeseli, yaşadığımız günlerin anlam ve önemine mahsuben izlenmesi ya da tekrar göz atılması gereken bir yapıt. Neoliberalizm diye dilimize dolanan kavramın varlığını esas olarak kentleri dönüştürmesine borçlu olduğunu anlatan belgeseli izlemenin "geleni ve gelmekte olanı anlamak" için iyi bir araç olduğunu düşünüyorum.


4 Temmuz 2013 Perşembe

Parlamenter Demokrasi: Durum ve Olanaksızlıklar

Siyasi dergilerdeki yazı başlığı gibi olmuş değil mi? Ama başlığın bana bile çağrıştırdığı sıkıcılıktan uzak tutmaya çalışarak kışkırtıcı fikirlerimi ortaya koymaya çalışacağım. Kim okuyacaksa bunları artık?

Öncelikle yazımı şu önermenin doğruluğu üzerinden şekillendiriyorum: “Parlamentonun -genel seçimlere bağlı olarak -sayısal oluşumuna dayanan parlamenter demokrasinin uzun bir geçmişten günümüze tıkanmış oluşu reel bir durumdur.”

Yukarıdaki tırnak içinde belirttiğim cümle ne anlama geliyor, açıklamasına geçelim.

Efendiler! Kapitalizmin hüküm sürdüğü büyük çoğunluğu ücretli çalışan olan, emekçi karakterli ve ezilenlerden mamul bir memlekette meclisin sizin sınıfsal karakterinize uygun olarak şekillenmesini beklemeyiniz. Gücü olan gücünü arttırır/korur. Siyasi parti listelerinden vekil adayı gösterilenlerden kaçının umurundadır; gasp edilmiş haklar, coplanan kalabalıklar, inancını yaşayamayanlar, cebre maruz kalan kadınlar, dilini konuşamayanlar, geçmişle hesaplaşılmasını temenni edenler, kesilen ağaçlar, belediyelerin zehirlediği hayvanlar... Bu noktadan hareketle güç ilişkilerinin maddiyatla belirlendiği bir sistemde gerçekten sizin dertlerinizi başa koymuş birilerinin çoğunluğu oluşturduğu bir meclis hayaldir.

Farz edelim sizin sınıfsal aidiyetinize uygun olan bir liste belirledi partiler. Peki, kim belirledi ulan bu listeleri? Mevcut parti yapılarıyla devam ediyorsak parti merkezlerinin kafa göz dalmadığı milletvekili listesi yoktur, olamaz. Parti merkezleri kendilerine muhalefet edecek üyelere bile tahammül edemezken merkezin rızası dışında belirlenecek vekil adaylarını kabullenmeyecekleri açıktır. Durumun bu şekilde yaşanmadığını iddia edenler, çok değil bir yıl içinde yapılacak belediye seçimleri için partilerin aday belirleme süreçlerini yakından inceleyebilirler.

Yine üyesi/taraftarı bulunduğunuz partinin adaylarını parti içi demokrasi mekanizmalarını çalıştırarak belirlediğini varsayalım. Öyle ki örneğin CHP listelerinde Hüseyin Aygün gibi 100 adayın “seçilebilecekleri” noktalardan aday olabildiklerini ve parti merkezinin de buna müdahale etmediğini varsayalım. Varsayamadım ki!

Peki, parti içi demokrasi mekanizmalarını kullanan parti rakipleriyle adaletli bir biçimde yarışabilecek midir? Öncelikle partimiz hazine yardımı almıyorsa propaganda için üyelerinin aidatlarını ve bağışlarını kullanacaktır. Bir tarafta devletin olanaklarıyla trilyonları kasasına atarak yola çıkan birkaç parti ve diğer tarafta öz kaynakları dışında propaganda için seferber edeceği bir şey olmayan bir parti. Nasıl olacak? Bununla bitse iyi! Medyanın nasıl davrandığı da ortada. Seçim süreçlerinde gazeteler ve televizyon kanalları 2-3 partinin propaganda çalışmasını haber yapar. Bir de siyasi iktidarla kol kola gidenler vardır ki onlar başka bir yazının konusu olabilir. Öte yandan, seçime girdiğimiz yerin duyuru tahtası, reklam panosu gibi propaganda amaçlı kullanılabilecek objeler genel olarak belediyenin kontrolünde. Peki, siz Türkiye gibi bir ülkede belediyelerin kullanımındaki propaganda araçlarının hakkaniyetli bir biçimde kullanılabileceğine inanıyor musunuz?

Miting yapacaksınız, siz muktedir değilsiniz ki “açılış töreni” adı altında kamunun ve belediyelerin imkânlarını seferber ederek mitin yapasınız. Mecbur mitinginiz için araç kaldıracaksınız ve bir sürü masrafınız olacak. Ya mitingi yapacağınız şehrin belediyesi sizin mitinginiz yönüne giden toplu taşıma imkânını ortadan kaldırırsa?

 Yine siz yurttaşlara siyasi programınızı uygulamaya çalışmaktan başka bir şey veremezken yine iktidar ve yandaşları halkın yoksunluklarını siyasi malzeme yapıyorsa?
 Bir de sandık sonuçlarına gayrı meşru yollardan müdahale konusu var. Çok partili seçimin ilk defa yapıldığı 1946’dan beri siyasal gelenektir sandıklardan çıkan meşru oyların yırtılması/yakılması/çöpten çıkması/yok sayılması. Hatta sayı bakımından az olan, bu manada oy sayımı kolay olan yerlerde dahi kazananın adını değiştirir bu hileler.

Buraya kadar yazdıklarımız düzen içi, düzen dışı tüm siyasi partileri ilgilendiren konulardı. Bir de yalnızca düzen dışı siyasetlerin karşılaştığı durumlar var onları da dile getirelim.

Sol siyasetle kadro düzeyinde uğraşanlar iyi bilirler altta yazdıklarımı. Hepsine selam yollarım buradan, saldırın koçlar!

Legal bir bildiriyi dağıtırken gözaltına alınırsınız. Yine yasal afişleri yapıştırırken gözaltına alınırsınız hatta belediye size “çevreyi kirletmekten” para cezası keser, hani şu ağaçların kesilmesine, parkların gasp edilmesine “yayında mıyız?” tepkisi veren belediye! Son zamanlarda sokaklarda boy gösteren eli sopalı, “devletin bir cop bile veremediği” faşistlerin baskılarına maruz kalırsınız. Seçim konvoylarınıza silahlı saldırı düzenlenir, ölenlerin hesabı sorulmaz; ahrete kalır. Üniversitede disiplin kovuşturması geçirirsiniz. Adaylarınızı devlet kabul etmez, tehdit istemez, zararsızlığı yasalara göre kabul edilmiş kişilerden kurulu olmanızı isterler. Adaylar konusunda geri adım atmadığınızda rekor oylar alarak seçilenler meclise gidemezler. Zaten genellikle adaylarınız toplamda binde 3-5 oy alır ve alay konusu olur adlığınız oy oranı. Bir de “arkadaşım, o partiye verdiğin oy boşa gitmiş” demezler mi, derler.

Gelelim baraj meselesine. Barajlı seçim mevcut olduğu sürece her dileyenin kendi siyasi görüşüne mensup birini meclise verdiği oyla ya da yürüttüğü siyasi kampanyayla göndermesi olanaksız bir durumdur. Bir de bizim memlekette baraj demek, örneğin 2011 seçimlerine göre –seçime katılıma göre değişebilir bu sayı- ülke genelinde 4,5 milyon oy demek. Bu da 4,5 milyondan az oy alan partilerin pratikte yaşamadıkları anlamına gelir. Burada bir parantez açalım Kürt siyasi hareketi bu baraj meselesinden bağımsız olabiliyor. Yazıyı yazarken aklıma geldi bu niteleme: “Gerilla tipi” seçime giriyorlar! Kazanabilecekleri yerlerden adaylar gösterip tüm güçlerini seferber ederek adaylarını seçtiriyorlar bize de hayranlıkla seyretmek kalıyor. Paragrafın genelinden farklı bir düşünce olarak Kürt siyaseti o meclisi en çok hak eden siyasettir bence. En çok onlar orada olmak istiyorlar ve orada olmayı hak ediyorlar. 70 yıllık çok partili demokraside en çok onlar bedel ödediler/ödüyorlar.

Yukarıda yazdığım engellemelere, adaletsizliklere rağmen parti içi demokrasiye bağlı kalarak aday belirlediniz ve parlamentoya girdiniz. Karşınızda demokrasinin “çoğunluk diktası” olduğunu düşünen bir akıl varsa işiniz kolay değil. Geçen yazıda da belirtmiştik; TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter sayfasına bakarsanız anlarsınız ne demek istediğimi. Sizin istediğiniz, vicdanınızı yaralayan, politik programınızı ilgilendiren hiçbir konuyla ilgili o meclis karar alamaz. Sayısal çoğunluğa sahip iktidar ne derse o olur, olacaktır. Meclis grubunuzda konuştuklarınız bir miktar medyanın gündemine girer ve marka olmuş vekillerinizin mecliste yaptıkları “it yese kudurur” cinsten yaptıkları konuşmalar video paylaşım sitelerinde tıklanma rekorları kırar ama onunla kalırsınız. Meclisin sizin parti programınızla ilgilendiği yoktur.

Bu şartlar altında koskoca meclisin ciddi bölümü yukarda saydığımız bana kalırsa gayrı meşru yollardan meclise girmiş ve parti liderinin bir dediğini iki etmeyen vekillerden oluşur. Onlar liderlerinin ücretsiz noterliğini yapanlardır.

Ne Yapmalı?

Verili durumda ekonomik düzen, partiler, liderler, seçim sistemi, meclisin oluşumu adaletsiz. Ne yapalım, seçim gibi nerdeyse tüm halkın politik algılarının açık olduğu dönemleri es mi geçelim? İnsanlar umutsuz ya da kendilerini kurtaracak bir mehdinin umuduyla mı yaşasın?
Öncelikle meclisin temel demokratik meselelerde karar alabilmesi için dışarıdan mücadele yürütmek iyi bir strateji olabilir. Örneğin mevcut sendika yasalarına göre kamu emekçilerinin grev yapması yasaktır. Bu durumda ülke gündeminin yokuş aşağı gittiği her durumda grev yapma özgürlüğünün sağlanması gereklidir. Öte yandan işçi sendikaları için de garip bir yasa söz konusudur. Onlar da toplu sözleşme dönemleri dışındaki emek ve siyaset günlerinde mevcut yasalara göre grev yapamamaktadırlar. Örnek olarak verdiğimiz bu iki durum dışarıda gündem yapılmalıdır.

Sendika ve meslek örgütü gibi alanlarda mutlaka örgütlenilmelidir. Üyesi olunan sendika veya meslek örgütü siyasi gündemlerde söz almaya zorlanmalıdır. Bu iki örgütlülük sayesinde meclis gündemine gelmesini istediğimiz yasalarla ilgili söz söyleme hakkı da güvenceye alınmış olur. Ancak yine sendikal örgütlenme kolay bir iş değil, bununla ilgili yasaları dert edinmek lazım.
Kadın hakları, ekoloji, azınlık hakları gibi konularda faaliyet gösteren STK’lar ile siyasi partilerin işbirliği yapabilmeleri için ön ayak olmak. Bana göre; kabaca bu üç başlıkta sivil toplum örgütlerinin çabaları anlamlı olmakla beraber yeterli değildir. Öte yandan siyasi partiler de bu meselelerle yeterince ilgilenmiyor. Programına “çevreye duyarlı bir kent yönetimi yaratacağız” ya da “kadınların özgürlüğünü güvence altına alacağız” yazmak hangi sorunu çözüyor? Bu tip çetrefilli meselelerle ilgili parti programlarını ve eylemlerini yetkin hale getirebilmek için STK işbirliği gerekiyor ve yerine göre parti bayrağını STK’nın yerine göre de STK bayrağını partinin taşıması gerekiyor.

Aday belirleme konusunda tabanı dinlemeyen, ön seçim yapmayan ve direk parti merkezini bu işler için seferber eden partilere oy vermeyelim. Madem aday olan benim oyumla seçilecek o zaman aday belirlenirken bana sorulmalıdır. Öteki türlü muktedirlerin noteri olan insanların meclise girmesini istemiyorum.

Meclisin toplum aleyhine kararlar aldığı her durumda tabandan mücadele etmek gerekiyor. Üretimden ve Gezi sürecinde bilincine vardığımız tüketimden gelen güçleri kullanmak gerekli. Örneğin özel hastanelere avantaj sağlayan bir yasa çıkarıldığında özel hastaneleri boykot etmek gibi yöntemlerle tüketimden gelen gücü de kullanmalıyız.

Kolay gelsin efendim… 

Sol Kroşe

30 Haziran 2013 Pazar

Gezi

Anlık tepki yazısı bu. Günlerdir konuyla ilgili yazasım var. Hani insanın odası, masası kirlenir ya temizleme ihtiyacı duyar ve bir anda temizlik yapar, onun gibi bir şey bu da. Arınma ihtiyacından kaynaklanıyor.


Öncelikle 28 Mayıs-31 Mayıs arasında Gezi’yi gece gündüz bekleyen çevre ve kent kültürü duyarlılıklarıyla orada bulunan insanlara ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendini iş makinelerinin önüne atan Sırrı abimiz de çok yaşasın.

“Durgun gökyüzünde aniden çakan bir şimşek” gibi başladı her şey. Ayaklar artık kendilerini yönlendiren başlardan aniden sıkılıp başı tökezletmek için yürüdüler. Tıpkı Timur Selçuk’un yıllar evvel aynı şehrin yürüyerek aynı ülkeyi silkeleyen kocaman elleri olan insanları için söylediği gibi: “kokuşmuş düzene sahip çıkanın alnın çatına baktı yürüdü” bugünün aklı kocaman insanları. Kitabi olacak ama söylemeden de geçemiyorum eski alışkanlıkların verdiği anlayışla “yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetemediği”  günlerdi 28 Mayıs ve sonrasında yaşananlar. Öyle bir zamandı ki; yönetenlerin yönetmeyi beceremeyecekleri güne kilitlenen düzen dışı siyaset yapanlar da ne olduğunu anlayamadılar. Onlar yine öndeydiler ve kendi seslerini duyurmaya çalıştılar. Ama değil düzen dışı siyasetler, düzen içinde yer alan milyonlarca insandan oy alan odaklar dahi sürecin manivelası olmayı başaramadılar. Solun kendi kitlesini yaratmadıkça; gerçek ve elle tutulur bir siyasi kutup yaratmasının imkânsızlığı gün gibi ortadaydı. Sendikalar da ne olduğunu anlayamadılar. Sendikalarla ilgili söylemek istediklerimi rezervde tutarak 31 Mayıs-1 Haziran dönümünü kavramaktan acizdiler ve genel grev ilanı için oldukça geciktiler, demekle yetineceğim. Gerçi mevcut örgütlülükle de gelmekte olanın ne yönünü ne de yordamını değiştirebildiler. Ortada bariz bir sendikal güçsüzlük var ve mevcut yasa(k)lar devam ettiği sürece bu tablo değişmeyecek. Dileyen özel sektör çalışanları tercihen DİSK’in kendi işkollarıyla ilgili olan sendikasına üye olarak başlarına nelerin gelebileceğini öğrenebilirler; kamudaki memurlar da KESK’e üye olarak önlerine çıkabilecek kariyer fırsatlarını ellerinin tersiyle itmiş olacaklarını kavrayabilirler.

Genel olarak halkın eylemi karşılama biçimi de oldukça değişikti. 28 Mayıs ve sonrasındaki birkaç gün polis ve iktidarın tutumu genel olarak muhalif çevrelerden tepki aldı ancak eylemin oldukça naif bir karakterle ortaya çıkışı ve iktidar tarafından naif bir eylemin dahi sertçe bastırılmaya çalışılması birçok fitilin aynı anda ateşlenmesi demekti. Daha önce sokaktaki deneyimi genelde bir A noktasından B noktasına gitmekten fazla olmayan ve sokak eylemlerinde görmeye alışık olmadığımız oldukça kalabalık bir grup sahneye çıktı. Bir daha da o sokak denen sahneden inmediler. İlk günlerde dişe diş direndiler, sonrasında Taksim’e girişle beraber inanılmaz yaratıcı ve eğlenceli sloganlarını kâh bağırdılar kâh duvarlara yazdılar. Kitlenin yönlendirilmesinde, sloganların, duvar yazılarının oluşmasında uzun zamandan beri bu işi neredeyse profesyonel hale getirmiş taraftar gruplarının ve adını anmadan geçemeyeceğim çArşı’nın önemli bir katkısı oldu. 31 Mayıs-1 Haziran dönümünde mücadele konusundaki direngenlik, yaratıcılık, yılmazlık ve daha sayamayacağım bir sürü başlıkta en önlerde yer aldılar ve bu yazının yazılmasına önemli bir katkı koydular. Taraftar gruplarının büyük bir dayanışmayla sahneye çıkması ayrıca bir güven duygusu ve kitlesellik yarattı. Biber gazından mamul sisin içinde “biber gazı oley” diye tezahürat yapan bir kitlenin içinde olmak, o tezahürata katılmak gerçekten katarsise yakın bir duygu patlaması yaratır diye düşünüyorum. Hele ki artık Taksim’e taraftar gruplarının kitlesel girişleri sonrasında yaktıkları meşaleler insanda “böyle bir İstanbul gördük” duygusunu yaratmaktan çok daha fazlasını yaptığı da açıktır.   

Medyanın ve onun günümüzdeki antitezi konumundaki sosyal medyanın da ne anlamlara geldiği ayrıca düşünülmelidir. Özellikle NTV, CnnTürk gibi kanalların direnişin ilk günlerinde aldıkları ve sonrasında da bazen geliştirerek bazen de yatıştırarak aldıkları hepimizi şok eden tutum, medyanın bazen gündemi belirleyebildiği bazen de kendisi dışındaki milyonlar tarafından belirlenen gündemi “mecburen” yayınlamak zorunda kalabildiği iki zıt durumun yansımasıdır.
Bu noktada sosyal medyanın kullanımıyla ilgili bir parantez açmakta fayda var. Uzun süredir sosyal medyayı kullanmayı neredeyse bırakmış biri olarak; son bir ayda yaşadıklarımız sosyal medyanın bir mücadele aracı olduğunu göstermekle beraber, aynı zamanda mücadele alanı olduğunu da kesinleştirmiştir. Belki bu söylediklerim bazılarınızda “yeni mi farkına vardın la düdük?” demeye yol açmışsa da benim gibi uzun zamandır “araç mı, alan mı?” ikilemini yaşayan biri için “her ikisi de” cevabını almak berraklaşmak açısından da iyi bir gelişme oldu. Artık gül gibi politik mücadelemizi verebildiğimiz sosyal medyamız var. Ancak göz önünden ayrılmaması gereken önemli bir ayrıntı da Red belgesel filminde Redhack’in ısrarla vurguladığı gibi “evet, internet politik mücadelenin bir alanıdır ancak tamamı değildir.”

“En çok devrim öğretir ya da kitleler en çok devrimden öğrenir” önermeleri bir kez daha yaşananların neye yaradığını da oldukça berraklaştırıyor. Örneğin bugüne dek polisin hanemizi, namusumuzu, mülkümüzü koruduğu yanılsaması paramparça olmuştur. Askerin sokağa inerek tekrardan “ilerici” bir yönetim kuracağını bekleyenler de jandarmanın tomalarından sıkılan suların etkisiyle kendilerine gelmişler midir acaba? Yargının siyasal iktidarın ve onun koruyucularının bir kalkanı olduğu da görülmüştür. Ethem’in katilinin aramızda olması yıllardır Hrant’ın öldürülmesiyle iliklerimizde hissettiğimiz basit gerçeği memleket sathında herkesin suratına vurmuştur: sistemin muhaliflerinin katiller aklanır. Sermayenin, tüketimin sistemin bekası için vazgeçilmez kaldıraçlar olduğu gerçeği de öğrenildi. Basit bir boykot kararıyla başlayan süreç oldukça dallanıp budaklanıyor. Kredi kartı kullanmamaya çalışma, bankalardaki paraları çekme, AVM’lerden alışveriş yapmama kararları arkasında durulması gereken iradedir. Zaten Emek Sineması’nı elimizden alan da muktedirin sanatseverliğinin yanında, AVM’lerin rahat koltuklu sinemalarına olan ilgimiz değil mi? Semt forumları düzenleniyor. İnsanlar semtleriyle ilgili meseleleri eli sopalı vahşilerin saldırılarının tehdidi altında tartışıyorlar, karara bağlıyorlar. Antik Yunan’dan bugüne böyle bir doğrudan demokrasi deneyimi yaşadı mı bu topraklar, ben şahsen bilmiyorum, ama oluşturulan mekanizmanın büyüklüğü tartışmasız heybetiyle duruyor karşımızda. Yıllardır özlemini çektiğimiz eden/eyleyen/karar alan/üreten bireyler ortaya çıkıyor ve bu durum kendiliğinden oluşuyor. Gezi’nin “halka açık” olduğu günlerde yaşanan dayanışma da apayrı bir deneyim. Kişisel olarak iftar eylemlerinde tanışma fırsatı bulduğum Antikapitalist Müslümanlarla “imansız” solcuların dayanışması da göz yaşartan cinsten bir görüntüydü. Kim derdi ki; dini açıdan da siyasi iktidarı sıkıştıracak bir özne çıkacak ve memleketteki tüm hareketler dayanışma içinde siyasi bir amaç etrafında bir arada bulunabilecekler? Kürt hareketinin mevcut “ilerleyen” –bu ilerleyen kelimesini kaç tane tırnağın içine alsam yetmez- süreçten dolayı geri planda durması ya da genel olarak tepki verdiğimiz şeylerin ve tepki biçimimizin farklı olması bu süreçte onları geride tuttu. Sırrı’nın DTK ile ilgili söyledikleri ve DTK’yı temsilen Ahmet Türk’ün söyledikleri bu duruma ışık tutacak türden. Ama unutulmamalıdır ki Sırrı; İstanbul 2. Bölgenin ağaçlarının da vekilidir!

Kitleden öğrenilecek en önemli şey; siyasi iktidarın başında yer alan kişinin, Eliaçık’ın deyimiyle “muktedirin” istenmediğidir. Bu durum da “hükümet istifa”, “Tayyip istifa” sloganlarıyla berraklaşmıştır. Bu sloganların hiçbir işe yaramayacağını ve gereksiz olduğunu iddia edenleri görüyorum son zamanlarda sosyal medyada. Bu sloganların özellikle üzerinde durulması gerekiyor. Modern yaşamı benimsemiş kitlelerin son on yıldır yaşamlarında meydana gelen değişiklikler, en ufak muhalif bir gösterinin dahi sertlikle bastırılmaya çalışılması, Alevilerin statülerinin belirsizliği ve karşılaştıkları ayrımcılık, kadınların uğradığı taciz/tecavüz/cinayetler, Kürtlerin siyasi isteklerinin çözülmemesi ve kendilerine yönelik siyasi soykırım mekanizmalarının son sürat işletilmesi, cemaatin devletin her kademesinde yuvalanması, Suriye konusunda alınan pozisyon sonrasında güney illerinde –özellikle Hatay’da – yaşananlar, okullarında öğrenciler, işyerlerinde işçiler ve memurlar… Bu listenin sonu yok ama “listeyi okurken aklınıza listenin sebebi olarak gelen kişi/kurum/kavram nedir?” diye sorsam alacağım cevap üç aşağı beş yukarı ya muktedirin isim ve soyadının ya da başında bulunduğu partinin üç harflik kısaltması olacaktır. İşte istifa istemini dile getiren sloganlar da bu sorunlar etrafında şekillenen siyasetin sonucudur bana kalırsa. Ayrıca istifa isteminin reel bir hedef olamayacağı, mevcut hükümetin yerine düzen içi de olsa bir siyasi aktörün konamayacağı gerçekleri de olduğu gibi önümüzde duruyor.

Son zamanda sosyal medyada gördüğüm bir talep daha var; seçim barajlarının kalkması. Kesinlikle haklı ve reel bir politik taleptir, acilen karşılanmalıdır. Ancak basit bir yöntemle, örneğin TBMM Genel Kurulu’nun resmi twitter hesabına bir göz atsanız meclise bu düzende akılcı bir karar aldırmanın mümkün olmadığını göreceksiniz. Meclis grubunuzun olmasının da grup toplantılarınızın basın tarafından yayınlanması dışında bir avantajı yok. Tartışmak istediğiniz konu Roboski, mevsimlik işçiler, polisin kullandığı orantısız güç vs. gibi cidden vicdanları yaralayan meseleler olsa da karşı tarafta eli çok kuvvetli bir iktidar var. O anlamda parlamenter demokrasinin parlamento içinde dahi çalışmadığı göz önüne alınırsa meclise Lenin’i diriltip göndersen ne yazar? “Biz devrimciliği sizden de iyi biliriz Lenin Efendi!” derler adama. Bu manada meclisten medet ummak çok da akılcı değil. İktidarı ilgilendiren en ufak bir kanun teklifi dahi vekillerin önüne gelmedikten sonra bu meclisin anayasa yapabileceğini, Kürt meselesini hakkıyla çözebileceğini, seçim barajlarını indirebileceğini düşünmek nasıl nitelendirilir, varın siz düşünün. Bu noktada meclis dışında tıpkı park forumlarında olduğu gibi “iktidar organı” olabilecek ve başta yerel ardından merkezi yönetimi zorlamak şu an için daha akılcı duruyor. Seçim barajının indirilmesi talebi de bu bağlamda değerlendirilebilir.

Söylenmesi gereken önemli gördüğüm bir şey de direnişe katılanların sınıfsal ve siyasi özellikleri. Alana bayrak ve flama bakımından renk veren gruplar genelde sosyalist partiler ve gruplar. Ancak eylemlerin içeriğine ve kitlenin eylemler esnasında verdiği tepkilere bakarak pek de siyasi bakımdan örgütlü olmadıkları rahatça anlaşılabilir. 80 sonrası kuşak diyebileceğimiz kitleyle ilgili; lisans düzeyinde eğitim almış ve mevcut iktidarın yaşama alanlarına müdahalesinden memnun olmayanlar demek kabaca yanlış olmasa gerek. Okumayı, yaşamayı seven ancak son noktada kendisine reva görülen çalışma ve yaşama koşullarından memnun olmayan bir de üzerine yaşam tarzına karışılan bir kitle. Öte yandan 90’lı yıllarda eğitim alan ve modern ailelerde yetişmiş bir toplamın da Kemalist duyarlılıklara sahip olmasını da anlamak gerekir. Öte yandan AKP mitinglerinde yanlış slogan atan, mikrofona konuşurken pek de anlamlandıramadığımız şeyler söyleyen kitlenin espri malzemesi yapılmaları da geçmişten gelen seçkinci damarın bir ürünü olsa gerek. Bir özeleştiri mahiyetinde benzer damardan malul biri olarak bu tavrı da şöyle yorumlayabiliriz kanımca: Nasıl ki 2002 sonrasında yaşadıklarımız mevcut iktidarın soğukkanlılıkla aldığı intikamsa, seçkinci kitlenin kendisine pek de benzemeyen AKP tabanını espri malzemesi yapması benzer bir rövanş hissiyatını içeriyor. Bu seçkinci tutum tabii ki mücadele edilmesi ve değiştirilmesi gereken bir tavır. AKP mitinginde mikrofon uzatılanlar sınıfsal açıdan yine özellikle kent yoksullarını oluştururlar. Sistem onların hayatlarını da iki paralık etmektedir. Baksanıza muktedir bile mitinglerinde kendi oy potansiyelini oluşturan insanlara “kömür de veririm, makarna da; ne olacak?” diyebilmekte ve karşılığında alkış alabilmektedir. Ancak siyasi arenadaki bazı aktörlerin “geceden gündüze değil de, bugünden yarına değil de, çok acil olarak değil ama çabuk çabuk” esprili bir dille teşhir edilmesi gerekiyor.  

Öte yandan alanı dolduran kitlenin bir bölümü de geçmişte sol kanat siyasetle uğraşmış ancak kendisini mevcut yapıların içinde ifade edemeyen bir topluluk. 28 Mayıs ve sonrasındaki kalkışma bu topluluğun fikirlerini değiştirir mi bilemem ama özellikle sosyalist yapıların bu insanlarla ilgili geç kalmış özeleştiriler yapmalarında fayda var.

Diğer bir durum da sol siyasetin yıllardır yapamadığı etkiyi Redhack yaklaşık 2 saatte, yüzünü göstermeden -tıpkı Antik Yunan’da sahnelenen trajedilerde olduğu gibi- yaptı. Penguenlerle başlayan konuşma; Hasankeyf, Mardin, Şemdinli, Aleviler, Suriye, siyasi davalar, medya gibi meselelerle devam etti ve televizyondaki sesin sahibi V gibi birçoğumuzun aklına kazındı. Youtube’daki tıklanma sayısıyla bile milyonu aşkın kişiye ulaşan bu konuşma bir halkın sosyalizmin meşruluğuna hiç de alışık olunmayan bir biçimde ulaşması anlamına geliyor. Redhack bir siyasi parti değil; bültenleri, bildirileri, afişleri, beylik sloganları, genel başkanı, merkez organı olan bir yapı değil ama az önce saydıklarıma sahip olanların yapamadığını tek seferde ve 2 saatte yapması göre yine solcuların özeleştiri konularından biri olmalıdır.  

Başta tepki yazısı demişim de 1700 sözcük olmuş benim tepkim bitmemiş. 

Son sözü Timur Selçuk söylesin, güzel de söylemiş zaten...

Sol Kroşe


22 Mayıs 2010 Cumartesi

MADENCİNİN ARDINDAN

Rusya ile Türkiye'nin yakınlaşması, derin devletin veya derin CHP'nin Baykal'ı tasfiye etme girişimi, İran-Brezilya-Türkiye'nin uranyum anlaşması, Erdoğan'ın Madrid'de Avrupa Birliği’ni ve İsrail'i hedef alan açıklamaları… İç politikada kaset  "savaşları", dış politikada Türkiye'nin Davutoğlu ile açılım hamleleri. Türkiye'nin politik atmosferi son derece hareketliydi son bir haftadır. Bu gelişmeleri gölgede bırakacak olay ise 17 Mayıs günü Zonguldak'ta yaşandı. Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı Karadon Müessese Müdürlüğü’ne ait kömür ocağında grizu faciası yaşandı.

Olay kısa sürede Türkiye'nin dört bir yanına, Ankara'nın doğusuna yayıldı. Her olayda olduğu gibi devlet tarafından çelişkili açıklamalar yapıldı. Gazeteler haberi "son dakika" diye servis ederken, göçükte kaç kişinin olduğuna dair iddiaya girildi.

Türkiye'nin “alın yazısı”

Elbette Zonguldak'ta yaşanan maden faciası ne ilk ne de son olacak. Bu manzarayı önceden de biliyoruz. Bursa, Kütahya ve Balıkesir'de yaşanan faciaların acıları bilincimizde taze iken bu halkaya Zonguldak da eklendi. Beş ay içinde üçüncü büyük ve ölümlü maden kazası yaşandı. "Kara elmas" diyarı bir kez daha acıları ile baş başa kaldı. Günlerce işçiler arkadaşlarını bulmak için kazma vurdular. Dördüncü günün sonunda cesetlerine ulaştılar işçilerin. Bu satırlar yazılırken 28 işçiye ulaşılmıştı. İki işçi için ise çalışmalar devam ediyordu. Şüphesiz onlara da ulaşılacaktı en kısa zamanda. Sadece bir dipnot;  2,5 ayda 64 emekçi öldü. Sayıların bir anlamı yok.

Zonguldak'a gidiş

19 Mayıs günü bir grup arkadaşla İstanbul'dan Zonguldak'a yola çıktık. Öğleden sonra vardığımızda Erdoğan halka sesleniyordu. İlk önce kendi adıma banttan yapılan bir konuşma sandım. Sesi son derece sakin ve sükûnete çağıran bir olgunluktaydı. Devletin kapsayıcılığına dair bir şeyler söyledi. Her kötü olayın ardından ruhsuzca sarf edilen "kader" kelimesi döküldü dudaklarından. Helikopterle Zonguldak'a bunun için gelmiş olamazdı Erdoğan. Banttan yapılıyora  benzeyen bu ruhsuz konuşmanın ritmini bozan bir inşaat mühendisinin "demokratik tepkisi" oldu. Bu "münferit" olayın ardından Erdoğan sebeb-i ziyaretini açıkladı: “En azından buraya gelmişler, görevlerini yapmışlar diye düşünülmeli" sözleriyle işi densizliğe vurdu.
Başbakandan Çalışma Bakanı’na, Çinli mühendislerden Ankara'dan gelen heyetlere dek, Zonguldak gün boyu misafirlerini ağırladı. Madene giden yolun asfalt olmaması sorun olmuş olacak ki belediye de bu durumdan vazife çıkararak hemen yol yapım çalışmasına başladı. Arama-kurtarma çalışmaları ise halen devam ediyordu…

Taşeronlaştırma

2009'un Aralık ayında Bursa ve sırasıyla Balıkesir, Kütahya ve son olarak da Zonguldak. Bu kazaların tümünün altında taşeronlaştırma gerçeği yatıyor. Karadon'da yerin 540 metre altında yaşamlarını yitiren işçiler de bir taşeron şirket adına çalışmaktaydılar. Taşeron firma daha önce Trabzonspor tesislerinin müteahhitliğini yapmış. İhalelerden aldığı paylar bununla sınırlı değil, Trabzon Havalimanı İç Hatları da biten projeleri arasında. TTK'nın açtığı ihale ile madencilik işine girmişler. AKP döneminin zengin ettiği  "yandaş" çevrelerden. Artık irili-ufaklı yeni firmaların adlarını duymaktayız. Mafyatik ilişkiler, güvencesiz çalışma ve ölüme davetiye. Elbette arkasından "kader" gibi sunulmuş ölümler. TTK aracılığı ile taşeron şirketler madenlerde yoğun emek sömürüsü ile üretim yapıyorlar. Teknik tedbirlerin alınmaması, az maaş ödenmesi, başka sektörlerde girilecek ihalenin sermayesini oluşturuyor. Zonguldak'ta bulunduğumuz zaman zarfında grizu faciası ile ilgili yapılan "komplo" teorilerinin hepsi gerçekliğe çarpıyordu.

Taşeronlaştırma "Aklanmaya" Çalışılıyor.

Zonguldak'ta yaşanan facianın ardından Akp hükümetinin taşeron firmayı korumaya çalışması gözden kaçmadı. Olayın hemen ardından yükselen tepkilere karşı Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı Ömer Dinçer Yapı-Tek'in sözcülüğünü yaparak "Taşeron firma burada kömür çıkarmıyordu. Bu çok önemli. Kömür çıkarırken oldu ve kömür çıkartma işi taşerona verildi gibi bir intiba var...." Bakan bu sözleriyle zihinlerimizdeki bulanıklığı silmeye çalıştı. Enerji bakanı Taner Yıldız da "Olaya sadece özel sektör bazında bakıldığında, TTK veya diğer kamu kurumlarında olan kazaların izahının hiç yapılamayacağını" söyledi. Özelde Akp döneminde yıldızı parlayan Yapı-tek,  genelde ise taşeronlaştırma aklanmaya çalışıldı. Tuzla tersanelerinde taşeronların neden olduğu ölümleri hepimiz biliyoruz. Allah’ın bildiğini kuldan saklamayın ey bakanlar!
Sadece büyük facialarda ölü yakınlarını “teselli” etmek için giden bakan ve bürokratların sesinin gürltüsünden sesleri duyulmayan  madencilerle sohbet ederken şunları söylediler: "Bu kaza bir ilk. Çünkü yol açılması ve zemin hazırlanması söz konusu. Bu aşamada hiçbir zaman böyle bir kazanın yaşanması mümkün değildir.” Şimdi sormazlar mı size ey hükümet: Kim yalancı?

Şimdi ne olacak?

Akp hükümeti bir kez daha ne kadar "halkçı" olduğunu gösterdi. Aileler için belirlenen "kan parası" 10 bin tl. Taşeron ölümlere biçilen fiyatın esas amacı tabii ki yaraların sarılması değil. Daha önceki olaylarda da bu yönteme başvurulmuştu. Verilen sözlerin tutulmadığını gördük. Umarım bu durumda da benzer şeyler yaşanmaz. Yeni bir  “iş kazası” haberinde bu olay aklımıza geldiğinde, sonunda devletin ailelere nasıl sahip çıktığını göreceğiz. Yoksa  "haber değerini" yitirmesi ile aileler acıları ile baş başa mı kalacaklar?

Aziz

9 Mayıs 2010 Pazar

1 Mayıs

          1 Mayıs’ın arkasından belki gecikmiş bir yazı. Ama, bu gecikme eleştiri yaparken daha sonrasında olana biteni anlamamız açısından yararlı bir gecikme oldu.

        Tarihe ve tarihteki olaylara bütünlüklü bakma taraftarıyım. Bu sene 1 Mayıs, başta İstanbul’da Taksim Meydanı olmak üzere birçok kentimizde kutlandı.1 Mayıs Türkiye’de siyasete doğrudan etkisi az olan, dünyayı emeğiyle var eden, ancak siyaset sahnesine pek çıkamayan işçi sınıfının yılda bir defa siyaset sahnesine çıkmasını sağlayan bir gün. Yılda sadece bir kere siyaset sahnesine çıkan işçi sınıfının, tek ve kitlesel 1 Mayıs kutlamasının gerekliliğine inanıyorum. Bu bağlamda Taksim’de tek ve kitlesel kutlama yapılmasının daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ben bu yazımda “1 Mayıs’ta kaç kişi vardı” gibisinden sorularla uğraşmayacağım, fakat 2010 yılında 1 Mayıs’ın tüm ülke genelinde 1 milyona yaklaşan bir katılımla kutlandığını söyleyebiliriz.
     
 1 Mayıs’ta, Taksim’de kalabalık bir kitle vardı ama nedense yılda bir kez siyaset sahnesine çıkacak olmanın verdiği heyecan pek yoktu. 1 Mayıs’ta bile “işçi sınıfının sahneye çıkamadığını” -Tekel işçilerinin Mustafa Kumlu’yu kürsüden indirmeleri dışında- söyleyebilirim. 1 Mayıs’ın içeriğinde büyük sorunlar vardı. Ne bir talep, ne bir ikaz vardı işçi sınıfından. Düşünün işçiler Taksim’de toplanıyor ve yıllarıdır ülkeyi yöneten siyasi erkten hesap sormuyor. AKP hükümetinden hesap sorulmasının gerekliliğine ikna olmayanlar olabilir, “CHP, MHP, DSP’den hesap soruldu mu ki geçmiş 1 Mayıslarda” denilebilir ama AKP hükümetinin iktidara gelme şekli ve iktidara geldikten sonra yaptıklarıyla ülkeyi sistematik bir şekilde karanlığa ve uçurumun kenarına götürdüğü açıkça görülmektedir. İşçi sınıfı burjuva iktidarların hepsine sınıfsal olarak düşmandır ama AKP hükümeti bu zamana kadar yapmış olduklarıyla çoktan işçi sınıfının hedef koltuğunda ilk sırayı almayı hak etmiştir ve bu sıralamadaki yerini uzun bir süre kaptırmayacak gibidir.

  1 Mayıs’ın içeriğinin, “içeriksizlik” ve “niteliksizlik” olacağı önceden belliydi. Çünkü AKP hükümetinin valileri, polisleri ve milletvekilleri 1 Mayıs’ı bir tek çatlak ses bile çıkmayacak şekilde düzenlemişti. İstanbul’da kalabalık bir işçi topluluğunun AKP iktidarına karşı seslerini yükseltilmesinden korkuldu ve bunun gerçekleşmemesi için sendikalara güvenildi. Sendikalara, “güvenlik sizden sorulur biz karışmayız” denildi ve sendikalardan AKP iktidarını hedef alan bir işçi bayramının emniyet supabı olması istendi.

 İşçi Bayramı’nı AKP hükümeti sistematik bir şekilde sadeleştiriyor ve sorun halinden kurtarıp bir “milli bayram” edasında kutlanmasına çalışıyor. İşçi sınıfının bedeller vererek elde ettiği mücadele gününü alıyor, kapitalizme entegre etmeye çalışıyor. Newroz’da yapmaya çalıştığı gibi; birileri hapislere giriyor, ölüyor, bayramın gerçek sahipleri yakılan ateşlerin üzerinden atlarken, bu ülkenin valileri, belediye başkanları, bakanları yakılmış bodur ateşlerin üzerinden takım elbiseleriyle atlayıp yumurta tokuşturuyor. Bunun adı da “Nevruz” oluyor. İçeriksizleştiriliyorlar, isyan günlerinden sevgililer günü yaratmak istiyorlar. 1 Mayıs’ı normalleştiriyorlar, tıpkı ülkeyi normalleştirdikleri gibi. Liberallerin söylemiyle normalleşme ve bence “evcilleştirme” veya “ehlileştirme.”

 1 Mayıs’ta yaşanan bu durum sadece bizim ülkemize ait bir durum değil. Dünyada yeni bir sol yaratılmaya çalışılıyor. Egemen güçler “sol”a işçi sınıfını unutturuyorlar ve onun yerine yeni kavramlar kullandırıyorlar; “öteki” veya  “sorunsallaşma” diye. Sol; yalnızca ırkçılığa, etnik ayrımcılığa, feminizme dayanan bir noktaya getiriliyor. Bu da yetmiyor; işçi sınıfı iyice güçsüzleştiriliyor, bölünüyor  “öteki”, “beriki”, “kadın”, “erkek”, “siyah”, “beyaz” “Yahudi” vs. diye parçalanıyor.
     
  Dünyada kutlanılan 1 Mayıslara baktığımızda bunu çok rahat görebiliriz. ABD’de 1 Mayıs kutlamalarına baktığımızda Teksas eyaletinde çıkan göçmen yasasına karşı oluşan muhalefeti görülüyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, verilen mücadeleyi değersizleştirmeye çalışmıyorum. Solun elbette bunlara karşı da mücadele etmesi gerekir, ama sol sadece bunlardan ibaret değildir. Türkiye’de Tekel işçisinin verdiği mücadele, solun asıl olarak hangi tarafta saf tutması gerektiğinin açık bir göstergesidir.

Deniz

7 Mayıs 2010 Cuma

Köprüden Ne Geçecek?



Uzun zamandır planlanan bir proje var: İstanbul Boğazı’nın üzerine yapılması planlanan üçüncü köprü. Otomobilleri ve içindeki sürücüleri İstanbul’un bir yakasından diğer yakasına taşımak için yıllardır iktidarların sunduğu tek çözüm yöntemi bu. Proje kendilerinin midir bilinmez; ancak otomobili merkeze alan ulaşım sistemi egemen oldukça İstanbul Boğazı’na daha çok köprüler yapılır. Daha üçüncünün ihalesi yapılmadan dördüncüden bahseder oldu “yetkililer.”
Meseleyi tutarlı bir biçimde ele alınca; köprü, viyadük, duble yol vb.nin insanların ulaşımını sağlamaktan çok, otomobil ve türevi metal parçalarını herhangi bir A noktasından B noktasına taşımaya yaradıkları apaçık görülüyor.  İnsanlar otomobillerini genellikle işe giderken ve işten dönerken tek kişinin ulaşımını sağlayan bir araç olarak kullanıyorlar.
Verimli ve sağlıklı ulaşımı sağlamak bir yana, otomobiller insan sağlığı ve çevre açısından da ciddi riskler barındırıyor.

Ekmek yerine otomobil
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de otomobil filosu gün geçtikçe büyüyor. Bununla birlikte otomobiller için yeni yollar, park alanları, trafiği azaltacağı öngörülen yan yollar inşa ediliyor. Peki, ne pahasına yapılıyor bunlar? Trafiğe yeni katılan her beş araç için –ki bu araçların ömürlerinin yüzde 90’ı otoparklarda geçiyor- bir futbol sahası büyüklüğünde alanın asfaltlanması gerekiyor. Asfaltlanan arazilerse ya ormanların ya da ekim alanlarının yok olması demek.
ABD’lilerin sahip olduklar 214 milyon otomobil için 16 milyon hektarlık alan yollara, otoyollara ve park yerlerine ayrılmış durumda. ABD’nin buğday üretiminin yapıldığı alan 16 milyon hektar.( Lester R.Brown,  Dünyayı Nasıl Tükettik? Çeviren: M. Fehmi İmre, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa 84-85)
Kapitalizm, ekmek yoksa otomobilinizle trafiğe takılıp sinir hastası olun, hatta yaşamınızı her gün -varsa- işe gidebilmek için tehlikeye atın, trafik sıkışığında birbirinizi yiyin, arabalarınız ufaktan çarpışınca da inin aşağı birbirinizin gırtlağına yapışın diyor ve gereken bütün altyapıyı hazırlıyor.
Ulaşım küresel karbondioksit salınımının yüze 23’ünden sorumlu. (Jonathan Neale Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim, Çeviren: Doğan Tarkan, Yordam Kitap, sayfa 98)
Bunun içinde aslan payı -yüzde 77- karayollarındaki araçlara ait. Salınımı azaltmanın en kolay ve masrafsız yolu kaliteli ve hızlı toplu taşıma projelerini hayata geçirmekten geçiyor. Çözümü bulmak da zor değil. Genel olarak ulaşım sistemini otomobillerden otobüslere dönüştürmek sera gazı salınımını yüzde 70 oranında, trene dönüştürmek ise yüzde 80 oranında azaltıyor. Tren yolarının otoyolların altıda biri kadar yer kapladığını da belirtmeden geçmeyelim. Yaya ve bisiklet yollarıyla desteklenen bir toplu taşıma sisteminin havayı kirletmemesinin yanı sıra, mevcut otoparkların ve yolların yürüme ve dinlenme için yeşil alanlara dönüştürülerek değerlendirilmesi gibi bir artısı da olabilir. Küçük bir beyin fırtınası yapınca sokakların ve caddelerin otomobillerin daha iyi yürüyebilmesi için planlandığını fark edebiliyoruz. Yollardan otomobillerin kalkması, kamusal alanın insanların kullanımına da açılması açısından faydalı bir durum. Ancak egemenlerin böyle bir dertlerinin olmadığını hepimiz biliyoruz.

 Ortaçağ’daki atlı arabaların hızıyla
 Otomobillerle bir yere ulaşmak gelişmiş dünyada işkenceye dönüşüyor. Günümüzde Londra’da trafik saatte ortalama 16 km, Tokyo’da 18 km, Paris’te 25 km hızla akıyor. (Peter Freund&George Martin, Otomobilin Ekolojisi, Çeviren: Gürol Koca, Ayrıntı Yayınları, sayfa 23.)
Bu oran Ortaçağ’daki atlı arabaların hızlarıyla aşağı yukarı aynı. Motorlar gelişiyor, güçleniyor ancak kapitalizmin büyük kent merkezlerinde hız sürekli olarak azalıyor. Filoya sürekli yeni araçların katılması trafiği sıkıştırıyor. Sorunu çözebilmek için yeni yollar, köprüler inşa ediliyor, üzerlerinden sürücüleriyle birlikte otomobiller geçiyor. Örneğin; İstanbul Boğazı üzerindeki köprülerden geçen insan sayısı 4 kat artmamışken, bu köprülerden geçen araç sayısı 30 kat arttı.
Tüm bu sıkıntıların yanında, yollarda her yıl 1 milyondan fazla insan hayatını kaybediyor. 800 bin insan kalıcı sakatlıklara maruz kalıyor. Havaya salınan zehirli gazların dolaylı olarak yol açtığı akciğer ve solunum yolu rahatsızlıkları, hareketsiz kalmaktan dolaşım sisteminde oluşan rahatsızlıklar ve -otomobillerin tembelleştirdiği insanlarda- egzersiz yapmamaktan kaynaklanan sağlık sorunları da yine otomobilin kitleselleşmesiyle artan sağlık sorunları. Sürücülerin araç kullanırken strese ve yüksek tansiyona maruz kalmaları da cabası.
Özetlemek gerekirse otomobilin yaşamımıza getirdiği kolaylıklardan çok zararı var. Doğayı ve insan yaşamını çetrefilli sorunlarla baş başa bırakan bu ulaşım sistemine karşı topyekûn, köktenci ve acil çözümlerin egemenlere dayatılması gerekiyor. Bizim etkili olamadığımız durumlarda, sistemin kendi tersten çözümlerini üretmesi kaçınılmaz hale geliyor. Üçüncü köprü, duble yol gibi otomobil tekellerinden başka hiç kimseye faydası olmayan akıldışı projelere karşı yerellerdeki dinamikleri harekete geçiren, insan sağlığını merkezine alan, ulaşım sistemlerini üreten ve alternatif olarak sunan bir mücadele hattını oluşturmak için çalışmak gerekiyor. 

Alper





14 Mart 2010 Pazar

8 MART: 2 KADIN, BİRİ DİRİ, BİRİ ÖLÜ

Bizden kaynaklı aksaklıklardan dolayı gecikmiş bir yazı…

 Güzel Türkiyemizde alışılmış bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü daha geçirdik. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımız Selma Aliye Kavaf 8 Mart itibariyle yaptığı konuşmasında; kadınlığın, kadın olmanın zor ama güzel olduğunu buyurdu. Arkasından “eşcinsellik falan…” diye devam etti. “Bunların hepsi sapmadır, bunlara insanlarımız kanmasın, dünyada sapkınların sayısı gittikçe artıyor” diye uyarıda bulundu. Bunları söyledikten sonra da yüzünde utanç değil, gülümseme vardı. “Ne kadar ileri görüşlüyüm’’ der gibiydi sanki. Yüzünde utanç yerine vatan kurtaran şabanların ifadesi vardı. Güzel memleketimizin insanlarını önceden önemli bir tehlikeye karşı uyarmıştı, nasıl övünmeyecekti?


2010 yılındayız, eşcinsellik 1974’ten beri hastalık olarak kabul edilmiyor. Anlayacağınız 36 yılcık minik bir farkla çağın dışında kalmıştı bakanımız. Papalığın bile eşcinselliğin sapkınlık değil de bir cinsel yönelim olduğunu kabul ettiği bir zamanda, bizim bakanımız papalığa nazire çıkartırcasına bir bağnazlıkla bu konuyu incelemiş ve bu sonuca varmıştı.

Bakanımızın bu bağnaz açıklamalarını biz daha hazmedememişken bir haber geldi bize.

Adıyaman’ın Kahta ilçesinde evinin bahçesinde gömülü olarak bulunduktan sonra, babası ve dedesi tarafından diri diri toprağa gömüldüğü anlaşılan 16 yaşındaki kızın adının Medine Memi olduğu anlaşılmıştı. Medine Memi polis kayıtlarında adı olan bir genç kadındı. Çok değil, bundan 2 ay önce; polise ailesinin kendisini öldüresiye dövdüğünü, can güvenliğinin olmadığını, bunun için sığınma ve koruma istediğini bildiren bir dilekçe ile başvurmuştu. Polis Medine’ye “sen bu konuyu pek dillendirme, insan ailesini hiç şikayet eder mi?” demişti. Polisin Medine’ye tavrı “susarsan geçer” şeklindeydi. Medine titreye titreye evinin yolunu tutmuştu. Ne yapsaydı, susarsa belki de geçerdi ama ne yazık ki Medine’nin adı 2 ay sonra polis kayıtlarına tekrar düşecekti ama bu sefer ölü diye.

Barış ve Demokrasi Partisi Van milletvekili Fatma Kurtulan, Medine Memi’nin ölümünü meclise sundu. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımıza kendilerine şikayette bulunulduğu halde, neden Medine’nin kaderine terk edildiğini sordu.

Bu aralar Meclisten bir dosya geçiyor, ne hikmetse dosya bir o yana bir bu yana iteleniyor, dosya elden ele gezmiyor, dilden dilede gezmiyor, gözden göze geziyor sanki. Medine’nin dosyası, çünkü kimse bu iğrenç olayı eline de diline de bulaştırmaya yanaşmıyor. Belki yakıştırmıyorlar alış veriş torbalarıyla dolu ellerine bu dosyayı, kirinden korkuyorlar, “ya elimize bulaşır da çıkmazsa” diye düşünüyorlar belki. Haklılar aslında, yerlerinde olmak istemezdim. Peki siz ister miydiniz? Bu vicdan azabını taşıyabilir bilir miydiniz? Onlar taşıyabiliyorlar, ne mutlu. Elbette bazen akıllarına geliyor Medine. İşte o zaman biraz rahatsız oluyorlar ama onları rahatsız eden yanları vicdanları değil, Medine’nin gözleri. İşte onlar ne zaman birbirlerinin gözlerine baksalar Medine’yi görüyorlar, önce terliyorlar sonra eriyorlar gün be gün bitiyorlar sanki.

Medine Memi Adıyaman Kahta doğumlu. 16 yaşındaydı. Medine belki birçoğumuzdan daha az şey istiyordu bu dünyadan, hepimizden daha küçük ve masumaneydi umutları. Medine bundan sonra yeni çekilen filmleri izleyemeyecek, yeni kitaplar yazılacak; okuyamayacak, yeni şarkılar bestelenecek ve o dinleyemeyecek demeyeceğim. Medine belki hayatı boyunca hiç sinemaya gitmemişti, belki sadece ders kitabı okumuştu, belki onun bile okumamıştı, belki de ona İsmail YK dinlemek yetecekti ömrünün sonuna kadar, ama bu ömür bu kadar kısa olmayacaktı.

Medine Memi evrende varlık sahasını terketmiştir. Siz bu yazıyı okuyunca ne hissedeceksiniz bilmiyorum ama dilerim size sıkıntıdan başka hiçbir şey vermez. Bu haberi okuyunca insan kendini huzursuz hissediyor, insanı rahat koltuğundan kıpırdatan, konforundan utandıran, üstüne başına bakıp mahcup olmasını sağlayan, aynadaki kendinden utandıran bir ölüm bu.

Medine’nin bir köy ilkokulunun bahçesinden dünyaya bakıp bir şeyler anlamaya çalışan, ama evrende olup biten hiçbir şeye anlam veremeyen şaşkın gözlerinden yansıyan umutlarını ve hayallerini, umutlarımız ve hayallerimiz olarak bilip yaşama devam etmeliyiz. Şimdilik bu bize ne kadar yeter bilemiyorum. Başkalarını kötü olarak göstermek bizi iyi yapar mı, ondan emin değilim.

Deniz