29 Ocak 2010 Cuma

TEKEL DİRENİŞİ, TEKEL DİRİLİŞİ

İnsan öğreniyor, şaşırıyor. Koca koca adamların çıkıp zavallıyı oynamalarını ama rollerini de zaman zaman dişlerini göstererek korumaya çalışmalarını görünce, öğrendiği ve şaşırdığı kadar da korkuyor. Çap sıfıra indikçe işgal edilen makamın büyüklüğünün artması da bir o kadar dehşet verici.

Bu akşam başbakanla Türk-İş heyeti, direnişte olan Tekel işçileriyle ilgili görüştü. İki saat sürmüş görüşme. Başbakan önceki tavrını takınmamış, yapıcıymış. İki bakanına talimat vermiş, konuyla ilgili çalışma yapmaları için. Bakanların çalışmalarının sonucunu pazartesi gününe istemiş. Onların doğrultusunda heyetle yeni bir görüşme talep edecekmiş. Görüşme oldukça samimi geçmiş. Heyet önce ne istediklerini sunmuş başbakana. Başbakan dinlemiş…


Türk-İş genel başkanı Mustafa Kumlu’yu gördüm sonra. Balkondan işçilere durumu anlatıyordu. Önce onların hallerini nasıl anladığından bahsetti, sonrasında geceleri başını yastığa koyunca sabaha kadar uykusunun gelmediğine değindi. Günlerdir Türk-İş yönetiminin işçilerin mücadelesine gecelerini gündüzlerine katarak destek verdiklerini anlattı. Zaman zaman yükselen istifa seslerinden gocunmadığını söyledi. İşçilerin sinirlerinin gergin olduğunu, bunun sonucunda bu tip durumların yaşanmasının normalliğinden dem vurdu. Bu işi “masa başında” çözmek istediklerini anlattı. İşçilerin evlerine sağ salim, “inşallah” döneceklerini dile getirdi…


Can Dündar’ın NTV’deki yayınında Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul’u dinledim. İlk söylediği laf; NTV’nin yayınında Kumlu’nun işçilere seslenirken alkışlamaların yanı sıra yuhalamaların da duyulduğu dile getirilmiş. O da oradaymış ve böyle bir şeye şahit olmamış. Dündar, belki de işçilerin iktidarı ıslıkladığını ifade ettiğinde “efendim ben onun için söylemiyorum” gibilerinden bir şeyler geveledi.


Son üç paragraf birinciye bağlandığında sorun daha bir berraklaşıyor. Bir laf var; “ben kadıya derdimi anlatıyorum, kadı bana şeyini sallıyor” diye. Daha da ileri gitmek istemiyorum.

Peki şimdi ne olacak?


İktidar ve muhalefetin düşman kardeşleri Tekel işçilerinin direnişine taktığı sıfatlara bakılırsa “masumane istekler”, “yazık”, “merhamet” onlara göre işçilerin durumuna uygun ifadeler. Bir adım daha ileriye gitmeye mecalleri, cesaretleri ve istekleri yok. Hiç olmadı da. Olamaz da. Sınıf mücadelesi bunun adı, bayraklarını bizimkilerle karıştırmaz onlar. Bu noktada bir siper savaşı vermek elzemdir. İktidar ve muhalefet kısaca düzen siyaseti, işçilerin hakları hususunda değil, ancak işçi düşmanlığında yarışabilirler. Hoş, orada da sonucu varış hakemleri belirler. Tekel işçisi akıttığı terin karşılığının peşindedir. Aradaki at başını geçmeyecek fark üzerinden dost-düşman tayin etmeyecek kadar bedel ödemiştir.


Eşyanın adını koymak lazım; 45 gündür –ben bu satırları yazarken 46 oldu- kendisi, eşi, çocuğu, arkadaşı kısaca topyekün direnen işçiler var. Bu direniş sonunda ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamında ciddi kırılmalara yol açabilecek bir potansiyeli taşıyor. Kriz sürecinde işsiz kalan, düşük ücretlerle yaşam standardı düşen çalışanların hak ve taleplerini dile getirmelerine yol açabilecek bir yanı var. Arkasında ciddi bir toplumsal destek var. Sokaktaki adam o direnişi, “meşru”, “haklı”, “onurlu” diye tanımlıyor. Sokaktaki vatandaşla farkları kullandıkları sıfatlardan belli oluyor.


Bülent Arınç birkaç gün önce sokaktan çekindiğini, bu tip meselelerin diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğini dile getirdi. Arınç’ın sokaktan çekinmesi yanlış değil. Direnişin ara duraklarından biri “genel grev” olursa o zaman paçalarının tutuşacağını biliyorlar. Genel grev lafını duyunca, kapalı kapılar ardında bir şeyler konuşup talepleri bir nebze yerine getirerek işin uzamasına yahut dallanıp budaklanmasına engel olmaya çalışıyorlar. Tahminimizce pazartesi günü yapılacak toplantıdan çıkacak sonuç Tekel işçisinin istedikleriyle pek örtüşmeyecektir. Keşke örtüşse de o insanlar da evlerindeki yaşantılarına dönseler. Ama bu kez iktidarı sıkıştıracak başka bir durum var. Şöyle ki; başbakan yakın zamanda “Şimdi kopardıkları kıyamet ne? Tekel işçileri 4C istemiyor, diğer 4C’liler bu ülkenin vatandaşları değil mi?" şeklinde bir laf etti. Peki Tekel direnişi başarıya ulaşırsa bu ülkenin vatandaşı olan diğer 4C’liler ne yapacak? Bizce bu durumdan ders çıkarmaları büyük olasılık. Aslına bakılırsa mesele yine bu ülkenin vatandaşı olan başbakan, bakan, milletvekili gibi adamların elindekilerdir. Göz kendi “kısmetlerine” dikilince o zaman da “aynı gemideyiz” teranesini okur bunlar. Kriz mriz derken az yemediler başımızın etini vatan millet diye…



Velhasılıkelam, torbacılar gene iş başında. İşine, aşına sahip çıkan işçilerin copla kıramadıkları kafalarını; vatanla, milletle afyonlayarak kırmaya çalışıyorlar. İşçinin de patronun da vatanının olmadığını hepimizden çok Tekel işçisi bilmektedir. 45 gündür çoluğuyla çocuğuyla direnen işçilere “kardeşlik türküsü” söylettiremezsiniz beyim. Maskeler yerlerdedir, hısım da hasım da anadan üryan meydandadır. He ille de kardeşsek, benim çocuğum aç yatarken, sevgili kardeşim kodaman dört başı mamur ise bu kardeşliğin ızdırabı hakkında okkalı konuşmaktan başka bir çare yoktur.

Sol Kroşe







18 Ocak 2010 Pazartesi

MERHABA

Merhaba,


Uzun zamandır planladığımız ilk adımı atıyoruz ve yazıyoruz. Amacımız yeni, söylenmemiş bir söz söylemek değil, bunun haddimiz olmadığını da düşünüyoruz. Unuttuğumuz birtakım şeyleri beraber hatırlayabilirsek, yapmayı amaçladığımız işin hedefe ulaşacağı fikrindeyiz.

Pek çok şeyin sonunu getirememiş üç arkadaş olarak umarız bu defa başarıya ulaşırız.

Sol Kroşe'nin kem gözlerde patlaması temennisiyle...

Sevgiler...

HRANT'IN KATLEDİLİŞİNİN ÜÇÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE BİR ÇİFT SÖZ

Aslında bu konuyla ilgili bir yazı yazmak, yani katledilen birsinin arkasından bir şeyler söylemek biraz zor. İnsanlar üzüntünün verdiği suskunluğu tercih ediyorlar genelde. Ama bu konu üzerine yazı yazılmasını benim adıma zorlaştıran özel bir neden daha var aslında, o da 19 Ocak gününün benim doğduğum gün olması. Şimdi bütün zorlukları bir kenara bırakıp, bir olayda kendini gösteren, açığa çıkan bu durumu düşünelim biraz. Sorunu bütünlüklü olarak tanımlamaya çalışacağım. Üzerinden 3 yıl geçmiş olması bizi daha soğukkanlı yorumlara götürür sanıyorum.
Anahtar kavram ötekileştirme ya da sorunsallaştırma.Aslen Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının beraberinde getirdiği düzenlemeler oldu. Bu düzenlemeler daha sonra ulus-devletlerin olmazsa olmazı haline geldi. Fransız Devrimi sırasında sınıf savaşlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemin neticesinde kendini gösteren ulus-devlet anlayışı, beraberinde her ulusun kendine özgü ama genelde dünyanın farklı coğrafyalarında da olsa, belli bir sınırı olan bir modernleşme durumu oluşturdu. Kimileri için batıyı taklit, batının siyasal ve sosyal hayatına entegre olmak şeklinde algılanan bir süreç oldu ve bu sürecin adına modernleşme denildi. Her ulus-devlet kendi modernleşmesini yaratırken her modernleşmede kendine dayanak olarak bir ulus anlayışı inşa etti. Türkiye’de ise cumhuriyetin modernleştirme politikalarının bir sorun olarak gördüğü ve ötekileştirerek aşmaya çalıştığı bazı yaşam tarzları var. Daha öncede belirttiğim gibi bu durum sadece Türkiye modernleşmesine ve bu modernleşmeyi kuran Kemalist ideolojiye özgü bir durum değil. Öteki değiller aslında ama modernite tarafından sorun olarak görüldüğü için öteki oluyorlar. Onları sorun olarak görüyorsun ve sonra kendini bu sorun üzerinde inşa ediyorsun. Bu üst yapı sonra toplumun önemli bir unsuru oluyor. Toplum tabir-i caizse bununla nefes alıp veriyor. Bizim yaptığımız bunu sorunsallaştırmak aslında

Bu tarihsel olan durumun yarattığı, karşıdakini ötekileştirici durumdan kurtulmanın yolu ise ötekileştirme oluşumunu kavramaya çalışırken sık sık kesitlerle yararlandığımız tarihin kendisidir. Türkiye halkını oluşturan toplulukların bu topraklardaki ortak tarihlerini yeniden hatırlaması birbirlerini daha iyi tanımasına imkan verecektir. Ortak tarihi bilmek bu durumda birleştirici olacaktır. Türkiye’de cumhuriyetin modernleştirme süreci açısından önemli bir aracı Türk Dil Kurumu’dur. -ilk kurulduğu adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti(1932)- Türk Dil Kurumu Türkiyelilere Türkçe’yi öğretmek için ve Türkçe’yi dil özellikleriyle öğrenmek için kurulmuştur. Türk Dil Kurumu’nun ilk genel sekreteri ise Agop Dilaçar’dır.(1885–1979).Türkçe üzerine uzmanlaşmış Ermeni dilbilimcidir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunu sırasında Türkçe’ye verdiği katkılardan sonra Dilaçar soyadı ona Türkiye Cumhuriyeti tarafından verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme serüveninde bu tarihsel bilgiyi bilmek bile, birlikte yaşamak açısından Türkiye toplumunun toplumsal hayatı yeniden inşası açısından oldukça önemlidir. Toplumsal hayatta da bir arada yaşamak açısından toplumsal hafıza gerçekten çok önemlidir.



Türkiye’de toplumsal hayatta sık sık, “aslında bizim toplumumuz çok hoşgörülüdür, bu bize Osmanlı’dan yadigar kalmıştır” gibi laflar söylenmektedir. Bence durum bizim ne söylediğimiz değil; aslında ötekilerin nasıl hissettiğidir. Bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin %25-%30 kadarlık kısmı Ermeni isimlerinin yanında bir de Türkçe isim kullanmaktadır. Türkiye’de toplumsal hayatta birlikte yaşamak adına böyle bir sorun olduğu gün gibi ortadayken hoşgörü bize nereden ve nasıl gelmiş olabilir ve biz bu durumla nasıl utanmadan övünebiliriz. Toplumsal hayatta aslında Ermeniler kendi kimlikleriyle, kültürleriyle yaşamak istediklerinde birer görünmez adam olmanın ötesine geçememektedirler


Dalaman’da yaşayan Afrika kökenli yurttaşlarımız vardır. Afrika kökenli ilk gurup pamuk ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Kenya, Somali, Sudan, Cezayir, Libya ve Mısır gibi ülkelerden Anadolu’ya 18.yüzyılın ortalarında, ikinci grup ise 1900’lerin başında Mısır Hidivi Abbas Paşa tarafından işletilen Dalaman’daki üretim çiftliğinde çalıştırılmak için getirilmiştir. 1900’lerde Dalaman’a gelen ikinci guruptakilerin ilk kuşak çocukları okula gitme yaşına geldiklerinde, yani toplumsal hayatta var olma zamanı geldiğinde ise zorluklarla karşılaşmışlardır. Afrikalı küçük bir kız çocuk okula gider ve hemen ağlayarak eve geri döner, sonra çamaşır suyu içer. Bunu neden yaptığı sorusunu sormak bile zor geliyor değil mi? Beyazlamak için elbette, çünkü kendisinin aşağılık siyah bir pislik olduğunu sanıyor. Ona öyleymiş gibi davranmışlar ve hissettirmişler ama aslında o bu intihar girişimiyle bütün beyaz Türklerden daha beyaz olduğunu göstermiş oluyor aslında. Onlardan daha temiz ve gururlu olduğunu gösteriyor. Bu kız çocuğunun okulda nasıl bir durumla karşılaştığını tahmin etmek ise nedense olayın zor olmayan bir yanı olarak kalıyor.

Bu güne gelirsek de aslında günümüzde etnisiteye dayalı ayrımcılık devam etmekle beraber bu ayrımcılığın yanına bir de yeni ötekiler eklendi. Artık toplum tarafından ötekileştirilmen için ırkının veya ten renginin farklı olmasına da gerek kalmıyor. Toplum kendinden farklı olan herkesi, giyim tarzı farklı olan, yaşayış tarzı farklı olan, dinlediği müziğin tarzı farklı olan herkesi ötekileştiriyor. Toplumsal hayatta bir arada yaşamı sağlayan farklılıklar arasında birleştirici bir nosyon görevi gören hoşgörü kavramı ise artık toplum hafızasında pek fazla yer etmiyor. Günümüzde ötekileştirilenler arasındaki uçurum niteliksel olarak devam etse de aslında mağduriyet çerçevesinde bakıldığında o uçurumu göremiyoruz. Toplumsal hayatta yapılan etnisiteye dayalı ayrımcılıkla kadınların yaşadığı negatif ayrımcılığa mağduriyet açısından bakıldığında yani birey üzerinde yarattığı deformasyon açısından bakıldığında pek de fark olduğunu düşünmüyorum.

Hrant Dink’in anlattığı bir yaşanmış hikâyede geçen (burada bu hikayeyi anlatmayacağım)su çatlağını buldu sözü aslında gerçekten durumu özetleyen bir cümledir. Su akar çatlağını bulur yeter ki suyun çatlağını bulmasını engelleyecek psikolojik engeller çıkmasın karşısına.

Deniz

PİS TER

Bu ülkenin seksen küsür yıllık resmi tarihi resmiliği kadar da tahammülsüzlüğün tarihidir. “Öteki”nin varlığına, kendini ifade etmesine katlanamayan garabet bir topluluğun kitle eylemleri ve cinayetleri damga vurdu “şanlı” tarihimize. Öyle bir şanlı ki bu tarih; Varlık Vergisi’ni ödeyemeyenlerin çalışma kamplarına sürülmesi, 6–7 Eylül kepazeliği, sonrasında 70’lerdeki katliamlar, darbeler, sonrasında Kürt Sorunu ve başka olaylarla beraber Selendi’deki Romanlar var bu tarihte. Biz varız, Hrant’ın tabutunun peşinden “Ermeniyiz, Hrant’ız” diye yürüyen biz ve onlar var. “Onlar” dediğime de bakmayın siz. O “onlar”la aynı okuldayız, aynı iş yerindeyiz, aynı kahvedeyiz, bardayız ıvırdayız kıvırdayız. Ancak her şeye rağmen “biz” var bir de “onlar” var.
“Onlar” vatanımızı, namusumuzu, bayrağımızı –bayraktaki allık kanın allığıdır-, işimizi, gücümüzü kısaca korunması gereken her şeyi korudular, kolladılar, onlar uğruna yaktılar, vurdular, kırdılar. Ne kadar aynı havayı solursak soluyalım yahut kızalım, küselim, lanet edelim değiştiremedik o tarihin akışını. Olmadı. Tarihin akışının değişmesi biraz da onlarla gireceğimiz fikri münasebete bağlıydı ama o da olmadı.


Düşünüyorum da Ogün Samast gibi kısa bir süre içinde katile dönüşebilecek kaç kişi var aramızda? Hadi Ogün’ü geçtim, “koşun lan, bayrak yakıyorlar!” bağırışlarıyla sürek avına çıkan kitlenin peşinden gidecek kaç kişi var ve onların yaptıklarını “vatandaş tepkisi” diye gören ne kadar kamu görevlisi var? Cevapları belli olan sorular bunlar. Peki, 17 yaşındaki çocuktan katil yaratan bu karanlık ortamda 17 yaşındaki daha niceleri bu akılsız gidişe, katilliğe, provokatörlüğe teslim mi edilecek? Arkadaşlarının yediği naneyi ertesi hafta beyaz bereleriyle kutlayan gençler, yarın daha nasıl cinayetlerin failleri olacaklar? Çok 17 var bu toplumda. Biz de cinayetin ardından insan seli olup öfkemizi kusarız ya da her yıl anmalarla Cuma’nın farzını kılıp gerisini Allah’a havale ederiz. Esas meselenin bu ülkedeki aynı dertten muzdarip kitlelerin bir araya getirilmesiyse biz kimi, neyi, nasıl anarsak analım başka türlüsü olmayacak; anma düzenlemeye devam edeceğiz.

Ellerini kana bulayanlar ya da cinayetlerin son halkası olanlara kızmak, sövmek, lanetlemek doğal reflekslerimiz. Fakat bu cinayetleri işleyenler, sürgünleri son elden devreye sokanlarla o kadar aynıyız ki aynadaki aksimiz değillerse de aramızda yediden az fark var bana kalırsa. Yıllardır düşündüğüm, yeri gelince de söylediğim bir şey var, somutlamak adına faydalı olacağı kanaatindeyim; “Doğu’da, bu satırları okuyan çoğumuzun gitmeyi dahi düşünmediği, adını lanetle andığı topraklarda ne zaman çatışmalar yoğunlaşsa orada çarpışan ve eli silah tutan iki farklı grubu, ideolojilerinden yahut silahlarından arındırıp oturtsan bir masaya, versen ellerine birer çay ne konuşurlar acaba” diye sorarım kendime. .Dertler aynı gibi, aynı tarihsel zamanın farklı coğrafyalardaki çocukları. Aynı hisleri yaşayan, aynı dertlerden muzdarip iki genç. Yanlış anlaşılmasın “ortak kültürel değerler”den bahsetmiyorum, orada çarpışan insanların bireysel düzlemdeki ortaklıkları beni ilgilendiren. Ama bakmayın onların ortak noktalarına, son zamanlarda buralar öyle bir hale geldi ki Viyana hakikaten Van’dan daha yakın oldu. Sonra onların ortak algılarından bahsettiğim bir dost ortamında “ama onlar bizim askerlerimize…” diye cümleler duyup keserim sesimi. Sonra bir cinayet haberi gelir. Bu kez 17 yaşındaki birinin parmağındadır tetik ve sonra da topu patlamış çocuklar gibi “ama o da bizim kanımıza pis dedi” sesleri duyulur. Bizi ortaklaştıracak şey, damarlarımızdan akan asil kan değil kıçımızdan akan alelade terdir ve evet ter de pistir, kokar. Ermeni’nin de Türk’ün de Kürt’ün de teri leş gibi kokar.


Bir taraftan da “onlar” var. Biz “Hrant için, adalet için” dedikçe “ulan hangi birinden hesap soracaksınız” diye kirli gülenler var. “Acaba açıkta bir şey bıraktık mı, ipucu kaldı mı bunlara?” diye etrafı yoklayanlar var. Yıllardır bu işleri kovalıyor onlar, biz başka işleri kovalıyoruz. Reflekslerle hareket ediyoruz. Bir bakmışsınız yüzbinler olmuşuz bir bakıyorsunuz aynanın karşısında anca iki kişi olabilen “birey”lere dönüşüyoruz. Katliamlar artık göz göre göre gerçekleşiyor, her yerin kanalizasyonu patlamış bok akıyor, sapla saman birbirine karışmış birbirlerini vuruyor, biz benlik bütünlüğü peşindeyiz.


Bir şeyler yapmak lazım. 17’lerin geleceği Ermeni’den, Kürt’ten yahut Türk’ten intikam almakla eşdeğer olmamalı. O 17’ler üç beş yıl sonra zerre geleceği kalmamış, denizi görmemiş, karanlığa teslim edilmiş bir halde geleceksizlikten cinayet işler hale gelmemeli. Ogün Samast gibi arkadaşlarına cinayet anı ve hapis anılarından, askerde vurduklarından başka bir şey anlatamayacak insan sürüsü olmamalı bu ülkenin gençleri. Yegâne başarısı "vatanı kirli kanlardan kurtarmak” olan gençler yetiştikçe her şey çok daha zor olacak.


Hrant’ı daha iyi anlamak dileğiyle…

Alper