18 Ocak 2010 Pazartesi

HRANT'IN KATLEDİLİŞİNİN ÜÇÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE BİR ÇİFT SÖZ

Aslında bu konuyla ilgili bir yazı yazmak, yani katledilen birsinin arkasından bir şeyler söylemek biraz zor. İnsanlar üzüntünün verdiği suskunluğu tercih ediyorlar genelde. Ama bu konu üzerine yazı yazılmasını benim adıma zorlaştıran özel bir neden daha var aslında, o da 19 Ocak gününün benim doğduğum gün olması. Şimdi bütün zorlukları bir kenara bırakıp, bir olayda kendini gösteren, açığa çıkan bu durumu düşünelim biraz. Sorunu bütünlüklü olarak tanımlamaya çalışacağım. Üzerinden 3 yıl geçmiş olması bizi daha soğukkanlı yorumlara götürür sanıyorum.
Anahtar kavram ötekileştirme ya da sorunsallaştırma.Aslen Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının beraberinde getirdiği düzenlemeler oldu. Bu düzenlemeler daha sonra ulus-devletlerin olmazsa olmazı haline geldi. Fransız Devrimi sırasında sınıf savaşlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemin neticesinde kendini gösteren ulus-devlet anlayışı, beraberinde her ulusun kendine özgü ama genelde dünyanın farklı coğrafyalarında da olsa, belli bir sınırı olan bir modernleşme durumu oluşturdu. Kimileri için batıyı taklit, batının siyasal ve sosyal hayatına entegre olmak şeklinde algılanan bir süreç oldu ve bu sürecin adına modernleşme denildi. Her ulus-devlet kendi modernleşmesini yaratırken her modernleşmede kendine dayanak olarak bir ulus anlayışı inşa etti. Türkiye’de ise cumhuriyetin modernleştirme politikalarının bir sorun olarak gördüğü ve ötekileştirerek aşmaya çalıştığı bazı yaşam tarzları var. Daha öncede belirttiğim gibi bu durum sadece Türkiye modernleşmesine ve bu modernleşmeyi kuran Kemalist ideolojiye özgü bir durum değil. Öteki değiller aslında ama modernite tarafından sorun olarak görüldüğü için öteki oluyorlar. Onları sorun olarak görüyorsun ve sonra kendini bu sorun üzerinde inşa ediyorsun. Bu üst yapı sonra toplumun önemli bir unsuru oluyor. Toplum tabir-i caizse bununla nefes alıp veriyor. Bizim yaptığımız bunu sorunsallaştırmak aslında

Bu tarihsel olan durumun yarattığı, karşıdakini ötekileştirici durumdan kurtulmanın yolu ise ötekileştirme oluşumunu kavramaya çalışırken sık sık kesitlerle yararlandığımız tarihin kendisidir. Türkiye halkını oluşturan toplulukların bu topraklardaki ortak tarihlerini yeniden hatırlaması birbirlerini daha iyi tanımasına imkan verecektir. Ortak tarihi bilmek bu durumda birleştirici olacaktır. Türkiye’de cumhuriyetin modernleştirme süreci açısından önemli bir aracı Türk Dil Kurumu’dur. -ilk kurulduğu adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti(1932)- Türk Dil Kurumu Türkiyelilere Türkçe’yi öğretmek için ve Türkçe’yi dil özellikleriyle öğrenmek için kurulmuştur. Türk Dil Kurumu’nun ilk genel sekreteri ise Agop Dilaçar’dır.(1885–1979).Türkçe üzerine uzmanlaşmış Ermeni dilbilimcidir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunu sırasında Türkçe’ye verdiği katkılardan sonra Dilaçar soyadı ona Türkiye Cumhuriyeti tarafından verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme serüveninde bu tarihsel bilgiyi bilmek bile, birlikte yaşamak açısından Türkiye toplumunun toplumsal hayatı yeniden inşası açısından oldukça önemlidir. Toplumsal hayatta da bir arada yaşamak açısından toplumsal hafıza gerçekten çok önemlidir.



Türkiye’de toplumsal hayatta sık sık, “aslında bizim toplumumuz çok hoşgörülüdür, bu bize Osmanlı’dan yadigar kalmıştır” gibi laflar söylenmektedir. Bence durum bizim ne söylediğimiz değil; aslında ötekilerin nasıl hissettiğidir. Bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin %25-%30 kadarlık kısmı Ermeni isimlerinin yanında bir de Türkçe isim kullanmaktadır. Türkiye’de toplumsal hayatta birlikte yaşamak adına böyle bir sorun olduğu gün gibi ortadayken hoşgörü bize nereden ve nasıl gelmiş olabilir ve biz bu durumla nasıl utanmadan övünebiliriz. Toplumsal hayatta aslında Ermeniler kendi kimlikleriyle, kültürleriyle yaşamak istediklerinde birer görünmez adam olmanın ötesine geçememektedirler


Dalaman’da yaşayan Afrika kökenli yurttaşlarımız vardır. Afrika kökenli ilk gurup pamuk ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Kenya, Somali, Sudan, Cezayir, Libya ve Mısır gibi ülkelerden Anadolu’ya 18.yüzyılın ortalarında, ikinci grup ise 1900’lerin başında Mısır Hidivi Abbas Paşa tarafından işletilen Dalaman’daki üretim çiftliğinde çalıştırılmak için getirilmiştir. 1900’lerde Dalaman’a gelen ikinci guruptakilerin ilk kuşak çocukları okula gitme yaşına geldiklerinde, yani toplumsal hayatta var olma zamanı geldiğinde ise zorluklarla karşılaşmışlardır. Afrikalı küçük bir kız çocuk okula gider ve hemen ağlayarak eve geri döner, sonra çamaşır suyu içer. Bunu neden yaptığı sorusunu sormak bile zor geliyor değil mi? Beyazlamak için elbette, çünkü kendisinin aşağılık siyah bir pislik olduğunu sanıyor. Ona öyleymiş gibi davranmışlar ve hissettirmişler ama aslında o bu intihar girişimiyle bütün beyaz Türklerden daha beyaz olduğunu göstermiş oluyor aslında. Onlardan daha temiz ve gururlu olduğunu gösteriyor. Bu kız çocuğunun okulda nasıl bir durumla karşılaştığını tahmin etmek ise nedense olayın zor olmayan bir yanı olarak kalıyor.

Bu güne gelirsek de aslında günümüzde etnisiteye dayalı ayrımcılık devam etmekle beraber bu ayrımcılığın yanına bir de yeni ötekiler eklendi. Artık toplum tarafından ötekileştirilmen için ırkının veya ten renginin farklı olmasına da gerek kalmıyor. Toplum kendinden farklı olan herkesi, giyim tarzı farklı olan, yaşayış tarzı farklı olan, dinlediği müziğin tarzı farklı olan herkesi ötekileştiriyor. Toplumsal hayatta bir arada yaşamı sağlayan farklılıklar arasında birleştirici bir nosyon görevi gören hoşgörü kavramı ise artık toplum hafızasında pek fazla yer etmiyor. Günümüzde ötekileştirilenler arasındaki uçurum niteliksel olarak devam etse de aslında mağduriyet çerçevesinde bakıldığında o uçurumu göremiyoruz. Toplumsal hayatta yapılan etnisiteye dayalı ayrımcılıkla kadınların yaşadığı negatif ayrımcılığa mağduriyet açısından bakıldığında yani birey üzerinde yarattığı deformasyon açısından bakıldığında pek de fark olduğunu düşünmüyorum.

Hrant Dink’in anlattığı bir yaşanmış hikâyede geçen (burada bu hikayeyi anlatmayacağım)su çatlağını buldu sözü aslında gerçekten durumu özetleyen bir cümledir. Su akar çatlağını bulur yeter ki suyun çatlağını bulmasını engelleyecek psikolojik engeller çıkmasın karşısına.

Deniz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder