İnsan öğreniyor, şaşırıyor. Koca koca adamların çıkıp zavallıyı oynamalarını ama rollerini de zaman zaman dişlerini göstererek korumaya çalışmalarını görünce, öğrendiği ve şaşırdığı kadar da korkuyor. Çap sıfıra indikçe işgal edilen makamın büyüklüğünün artması da bir o kadar dehşet verici.
Bu akşam başbakanla Türk-İş heyeti, direnişte olan Tekel işçileriyle ilgili görüştü. İki saat sürmüş görüşme. Başbakan önceki tavrını takınmamış, yapıcıymış. İki bakanına talimat vermiş, konuyla ilgili çalışma yapmaları için. Bakanların çalışmalarının sonucunu pazartesi gününe istemiş. Onların doğrultusunda heyetle yeni bir görüşme talep edecekmiş. Görüşme oldukça samimi geçmiş. Heyet önce ne istediklerini sunmuş başbakana. Başbakan dinlemiş…
Türk-İş genel başkanı Mustafa Kumlu’yu gördüm sonra. Balkondan işçilere durumu anlatıyordu. Önce onların hallerini nasıl anladığından bahsetti, sonrasında geceleri başını yastığa koyunca sabaha kadar uykusunun gelmediğine değindi. Günlerdir Türk-İş yönetiminin işçilerin mücadelesine gecelerini gündüzlerine katarak destek verdiklerini anlattı. Zaman zaman yükselen istifa seslerinden gocunmadığını söyledi. İşçilerin sinirlerinin gergin olduğunu, bunun sonucunda bu tip durumların yaşanmasının normalliğinden dem vurdu. Bu işi “masa başında” çözmek istediklerini anlattı. İşçilerin evlerine sağ salim, “inşallah” döneceklerini dile getirdi…
Can Dündar’ın NTV’deki yayınında Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul’u dinledim. İlk söylediği laf; NTV’nin yayınında Kumlu’nun işçilere seslenirken alkışlamaların yanı sıra yuhalamaların da duyulduğu dile getirilmiş. O da oradaymış ve böyle bir şeye şahit olmamış. Dündar, belki de işçilerin iktidarı ıslıkladığını ifade ettiğinde “efendim ben onun için söylemiyorum” gibilerinden bir şeyler geveledi.
Son üç paragraf birinciye bağlandığında sorun daha bir berraklaşıyor. Bir laf var; “ben kadıya derdimi anlatıyorum, kadı bana şeyini sallıyor” diye. Daha da ileri gitmek istemiyorum.
Peki şimdi ne olacak?
İktidar ve muhalefetin düşman kardeşleri Tekel işçilerinin direnişine taktığı sıfatlara bakılırsa “masumane istekler”, “yazık”, “merhamet” onlara göre işçilerin durumuna uygun ifadeler. Bir adım daha ileriye gitmeye mecalleri, cesaretleri ve istekleri yok. Hiç olmadı da. Olamaz da. Sınıf mücadelesi bunun adı, bayraklarını bizimkilerle karıştırmaz onlar. Bu noktada bir siper savaşı vermek elzemdir. İktidar ve muhalefet kısaca düzen siyaseti, işçilerin hakları hususunda değil, ancak işçi düşmanlığında yarışabilirler. Hoş, orada da sonucu varış hakemleri belirler. Tekel işçisi akıttığı terin karşılığının peşindedir. Aradaki at başını geçmeyecek fark üzerinden dost-düşman tayin etmeyecek kadar bedel ödemiştir.
Eşyanın adını koymak lazım; 45 gündür –ben bu satırları yazarken 46 oldu- kendisi, eşi, çocuğu, arkadaşı kısaca topyekün direnen işçiler var. Bu direniş sonunda ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamında ciddi kırılmalara yol açabilecek bir potansiyeli taşıyor. Kriz sürecinde işsiz kalan, düşük ücretlerle yaşam standardı düşen çalışanların hak ve taleplerini dile getirmelerine yol açabilecek bir yanı var. Arkasında ciddi bir toplumsal destek var. Sokaktaki adam o direnişi, “meşru”, “haklı”, “onurlu” diye tanımlıyor. Sokaktaki vatandaşla farkları kullandıkları sıfatlardan belli oluyor.
Bülent Arınç birkaç gün önce sokaktan çekindiğini, bu tip meselelerin diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğini dile getirdi. Arınç’ın sokaktan çekinmesi yanlış değil. Direnişin ara duraklarından biri “genel grev” olursa o zaman paçalarının tutuşacağını biliyorlar. Genel grev lafını duyunca, kapalı kapılar ardında bir şeyler konuşup talepleri bir nebze yerine getirerek işin uzamasına yahut dallanıp budaklanmasına engel olmaya çalışıyorlar. Tahminimizce pazartesi günü yapılacak toplantıdan çıkacak sonuç Tekel işçisinin istedikleriyle pek örtüşmeyecektir. Keşke örtüşse de o insanlar da evlerindeki yaşantılarına dönseler. Ama bu kez iktidarı sıkıştıracak başka bir durum var. Şöyle ki; başbakan yakın zamanda “Şimdi kopardıkları kıyamet ne? Tekel işçileri 4C istemiyor, diğer 4C’liler bu ülkenin vatandaşları değil mi?" şeklinde bir laf etti. Peki Tekel direnişi başarıya ulaşırsa bu ülkenin vatandaşı olan diğer 4C’liler ne yapacak? Bizce bu durumdan ders çıkarmaları büyük olasılık. Aslına bakılırsa mesele yine bu ülkenin vatandaşı olan başbakan, bakan, milletvekili gibi adamların elindekilerdir. Göz kendi “kısmetlerine” dikilince o zaman da “aynı gemideyiz” teranesini okur bunlar. Kriz mriz derken az yemediler başımızın etini vatan millet diye…
Velhasılıkelam, torbacılar gene iş başında. İşine, aşına sahip çıkan işçilerin copla kıramadıkları kafalarını; vatanla, milletle afyonlayarak kırmaya çalışıyorlar. İşçinin de patronun da vatanının olmadığını hepimizden çok Tekel işçisi bilmektedir. 45 gündür çoluğuyla çocuğuyla direnen işçilere “kardeşlik türküsü” söylettiremezsiniz beyim. Maskeler yerlerdedir, hısım da hasım da anadan üryan meydandadır. He ille de kardeşsek, benim çocuğum aç yatarken, sevgili kardeşim kodaman dört başı mamur ise bu kardeşliğin ızdırabı hakkında okkalı konuşmaktan başka bir çare yoktur.
Sol Kroşe
karşılıklı bir fikir teatrisine başlangıç olması dileğiyle blogunuza ilk yorumumu yapıyorum =)
YanıtlaSilyazı gayet açık, ve içerik olarak pek itiraz edilecek yanı yok. ancak ben biraz da "sol kroşe"nin neden hala bir "balyoz" gibi devletin tepesine inmediğinin irdelenmesini istiyorum. bu noktada da, en azından sol'un örgütlenmesi nazarında bir özeleştiri gereksinimi var bana kalırsa.
yani TEKEL işçileri, evet onurlu ve haklı ve gururlu..ancak neden sadece TEKEL? neden bu direniş başka sendikaların, partileri, STK'ların katılımıyla, daha büyük bir kitlesel harekete dönüş(e)müyor? dönüşmesi için ne yapılması gerekir? nasıl bir tabanda buluşulması gerekir? daha kaç krize ihtiyaç var?
mücadelenin ahlaki temeli sağlam, haklılığı da bariz. ama "onlar villada biz sokaktayız" argümanı senelerdir süregelen bir "durum tespiti"dir, veya olsa olsa bir acındırma veya kendine acımadır. buradan etkili ve haklı bir siyaset üretmek mümkün mü? örgütlenme için, kitlesellik için durum tespitinden veya "villadakilerle sokaktakiler" ayrımından biraz daha fazlasına ihtiyacımız var gibime geliyor.
teşekkürler
Selam,
YanıtlaSilKarşılıklı fikri münasebete başlamak hepimiz için kafa açıcı olacak. Önce bunun için teşekkür edelim.
Öncelikle Tekel Direnişi uzun zamandır durgun olan sendikal mücadeleye yeni bir soluk ve yön kazandırma potansiyeli açısından önemli. Bunu şu sebepten dolayı dile getiriyorum; iki yıl önce yeni sosyal güvenlik yasası meclisten geçerken basit ve standart hale gelmiş tepkilerden başka bir karşı koyuş yaşanmamıştı. Sendikaların ve siyasi yapıların öncülüğünde bir iki tane miting yapıldı o kadar. Ancak şu durumda Türkiye'nin çok çeşitli bölgelerinden gelen Tekel işçilerinin verdikleri mücadele toplumun birçok katmanını bu mücadele ekseninde ortaklaştırmış vaziyette. Bu durum bile tek başına çok önemlidir bana kalırsa. Bir diğer açıdan bakıldığında sol siyasetin bugünkü etkisiz ve parçalı pozisyonunu değiştirmesi işçilerin mücadelelerine bağlı gibi.
Mücadelenin haklılığının bariz oluşu bu eyleme özgü birşey. Birçok sokak eylemi haklı taleplerle ortaya çıkıyor ama haklılığını bir tek katılanlar biliyor ve hissediyor. Eylemin dışındaki insanlara ulaşmak mümkün olmuyor. IMF eylemlerinde, 1 Mayıs'larda bile insanların sendikalara ya da başka kuruluşlara ağız alışkanlığıyla "terörist" dediğini de görüyoruz. Böyle bir durum sürerken, hala insanlarımızda "vatan, millet, sakarya" edebiyatı devam ediyorken bana kalırsa bu biz-siz ayrımının yapılması elzem bir durum. Tarafları tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek gerekli. Ha tabi ki bayrakların, tarafların ayrılığının ortaya konması da pek etkili değil. Nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği konusuna gelince bizim buna cevabımız; bugüne kadar yapılanlar artık toplumsalllaşma ya da etki bırakma sorunlarına derman olamıyor. Burada "ne yapmalı?" diye sorunca, tek ve tutarlı bir yanıt vermesi de güç. İyi izleyip, yorumlamak gerekli. Tüm dünyada olup bitenlere, yöntemlere bakmak, buranın da kendi dinamiklerine bakıp bir yön kestirmek gerekli. Yani kimsenin elinde reçete yok, olanların reçetesinde yazanlarsa hastalığı değil ağrıyı geçiriyor.
Şimdilik bu kadar...
Sevgiler...
tekrar merhaba
YanıtlaSilbenim esas merak ettiğim şu: elimizde reçete yok, doğru, benim de yok. ama ya çözüm arayışı esnasında "biz-siz" ayrımını bir kenara koymamız gerektiğini farkedersek?
hak mücadelesinin "vatan-millet" propagandasıyla bulandırılmasına karşı mücadele vermek gerekiyor elbette; bu konuda tamamen mutabıkız. ama bunu sadece işçiler mi yapabilir? ya diğer sınıflar?bir insan "villada" oturuyor olup da yine de hak mücadelesine maddi-manevi destek olamaz mı? yani burada "eylemin dışındaki insanlara ulaşmak" önemli bir meseleyse, söylemin "saf yaratan" bir söylem olmaktan bir nebze olsun sıyrılması gerekmez mi? safını bu derecede belli eden bir hareket, elbette eylem dışındaki insana ulaşmakta zorluk yaşar diye düşünüyorum.
burada önerim, en basitinden, "kahrolsun"lu sloganlar yerine "yaşasın"lı sloganlar kullanmak olabilir, çok naif gibi dursa da belki biraz daha kapsayıcı/yapıcı ve insanları karşıtlıkta değil, "yanyana durmakta" birleştiriyor. bundan da "savaşmayalım, mücadele etmeyelim" gibi bir sonuç çıkarmayalım tabii, daha fazla insanın hayatını iyileştirecek bir düzenleme için, daha fazla insanla mücadele etmekten bahsediyorum. aynı minvalde, her türlü eylemciye "terörik-anarşik" gözüyle bakanlarla da uzlaşmak şart değil; ama mücadele tabanı genişledikçe bu gözle bakanlar da artık görüşlerini kontrol etmek zorunda kalacaklardır.
yani esas soru şu:ya işçilerin mücadelesi-ya da bu mücadelenin görece bir başarıya ulaşması- biraz da sol siyasetin kendini geliştirebilmesine/ kamuoyu oluşturabilmesine/ dışlayıcıdan ziyade kapsayıcı argümanlarla siyaset üretmesine bağlıysa?
Merhaba,
YanıtlaSil"Biz-siz" ayrımı önemli bir farklılaşma yaratıyor. Bir önceki "Pis Ter" yazımda da bahsetmiştim. "Onlar" dediklerimizle her şartta aynı havayı soluyoruz. Çalışarak ekmeğini kazanan ama milliyetçi duyarlılıkları olanlar değil burada kastettiğim gruplaşma. Bu yazıda ya da önceki yorumumda kastettiğim "onlar" sınıfsal açıdan dışardakiler. Orta sınıf veya küçük burjuva katmanlarını da çok içermiyor. Esasen üretim ve iktidar araçlarının sahipleri. Bugüne kadar tuttukları taraf belli bu güruhun.
Vatan-millet edebiyatının da işçiler arasındaki popülerliğini kırmak lazım. Vatan denen topraktaki her türlü zenginlikten faydalanan adamın hiçbirşeyi olmayana vatanseverlik pompalamasını yahut o vatanseverliğin bilinçte yer etmemesi gerekiyor. Ama ne yazık ki süreçler hep tersine işliyor.
Şimdi farkettim bu konuşma yüz yüze olsa anlayacağız da birbirimizi burdan biraz arızalı oluyor.
"Yaşasın"lı slogan kısmını biraz kendi açımdan açmak istiyorum. Bana kalırsa sol siyasetin artık slogan üretmekten çok gerçek anlamda üretmek kelimesinin hakkını vermesi gerekiyor. "Yaşatması" gerek. Başarıya ulaşması biraz da buna bağlı. Eden, eyleyen, çözüm üreten bir kimliğe bürünmesi gerek. Yalnızca lafla ya da direnişlere destek vererek, siyaseti parçalara ayırarak olmuyor.
Son olarak söylediklerin biraz tersinir bir durum. Evet; işçi mücadelelerinin başarıya ulaşması solun durumuna bağlı ancak bir yandan solun konumunu sağlamlaştırması da işçilerin mücadelesine bağlı.
Sevgiler...