22 Mayıs 2010 Cumartesi

MADENCİNİN ARDINDAN

Rusya ile Türkiye'nin yakınlaşması, derin devletin veya derin CHP'nin Baykal'ı tasfiye etme girişimi, İran-Brezilya-Türkiye'nin uranyum anlaşması, Erdoğan'ın Madrid'de Avrupa Birliği’ni ve İsrail'i hedef alan açıklamaları… İç politikada kaset  "savaşları", dış politikada Türkiye'nin Davutoğlu ile açılım hamleleri. Türkiye'nin politik atmosferi son derece hareketliydi son bir haftadır. Bu gelişmeleri gölgede bırakacak olay ise 17 Mayıs günü Zonguldak'ta yaşandı. Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı Karadon Müessese Müdürlüğü’ne ait kömür ocağında grizu faciası yaşandı.

Olay kısa sürede Türkiye'nin dört bir yanına, Ankara'nın doğusuna yayıldı. Her olayda olduğu gibi devlet tarafından çelişkili açıklamalar yapıldı. Gazeteler haberi "son dakika" diye servis ederken, göçükte kaç kişinin olduğuna dair iddiaya girildi.

Türkiye'nin “alın yazısı”

Elbette Zonguldak'ta yaşanan maden faciası ne ilk ne de son olacak. Bu manzarayı önceden de biliyoruz. Bursa, Kütahya ve Balıkesir'de yaşanan faciaların acıları bilincimizde taze iken bu halkaya Zonguldak da eklendi. Beş ay içinde üçüncü büyük ve ölümlü maden kazası yaşandı. "Kara elmas" diyarı bir kez daha acıları ile baş başa kaldı. Günlerce işçiler arkadaşlarını bulmak için kazma vurdular. Dördüncü günün sonunda cesetlerine ulaştılar işçilerin. Bu satırlar yazılırken 28 işçiye ulaşılmıştı. İki işçi için ise çalışmalar devam ediyordu. Şüphesiz onlara da ulaşılacaktı en kısa zamanda. Sadece bir dipnot;  2,5 ayda 64 emekçi öldü. Sayıların bir anlamı yok.

Zonguldak'a gidiş

19 Mayıs günü bir grup arkadaşla İstanbul'dan Zonguldak'a yola çıktık. Öğleden sonra vardığımızda Erdoğan halka sesleniyordu. İlk önce kendi adıma banttan yapılan bir konuşma sandım. Sesi son derece sakin ve sükûnete çağıran bir olgunluktaydı. Devletin kapsayıcılığına dair bir şeyler söyledi. Her kötü olayın ardından ruhsuzca sarf edilen "kader" kelimesi döküldü dudaklarından. Helikopterle Zonguldak'a bunun için gelmiş olamazdı Erdoğan. Banttan yapılıyora  benzeyen bu ruhsuz konuşmanın ritmini bozan bir inşaat mühendisinin "demokratik tepkisi" oldu. Bu "münferit" olayın ardından Erdoğan sebeb-i ziyaretini açıkladı: “En azından buraya gelmişler, görevlerini yapmışlar diye düşünülmeli" sözleriyle işi densizliğe vurdu.
Başbakandan Çalışma Bakanı’na, Çinli mühendislerden Ankara'dan gelen heyetlere dek, Zonguldak gün boyu misafirlerini ağırladı. Madene giden yolun asfalt olmaması sorun olmuş olacak ki belediye de bu durumdan vazife çıkararak hemen yol yapım çalışmasına başladı. Arama-kurtarma çalışmaları ise halen devam ediyordu…

Taşeronlaştırma

2009'un Aralık ayında Bursa ve sırasıyla Balıkesir, Kütahya ve son olarak da Zonguldak. Bu kazaların tümünün altında taşeronlaştırma gerçeği yatıyor. Karadon'da yerin 540 metre altında yaşamlarını yitiren işçiler de bir taşeron şirket adına çalışmaktaydılar. Taşeron firma daha önce Trabzonspor tesislerinin müteahhitliğini yapmış. İhalelerden aldığı paylar bununla sınırlı değil, Trabzon Havalimanı İç Hatları da biten projeleri arasında. TTK'nın açtığı ihale ile madencilik işine girmişler. AKP döneminin zengin ettiği  "yandaş" çevrelerden. Artık irili-ufaklı yeni firmaların adlarını duymaktayız. Mafyatik ilişkiler, güvencesiz çalışma ve ölüme davetiye. Elbette arkasından "kader" gibi sunulmuş ölümler. TTK aracılığı ile taşeron şirketler madenlerde yoğun emek sömürüsü ile üretim yapıyorlar. Teknik tedbirlerin alınmaması, az maaş ödenmesi, başka sektörlerde girilecek ihalenin sermayesini oluşturuyor. Zonguldak'ta bulunduğumuz zaman zarfında grizu faciası ile ilgili yapılan "komplo" teorilerinin hepsi gerçekliğe çarpıyordu.

Taşeronlaştırma "Aklanmaya" Çalışılıyor.

Zonguldak'ta yaşanan facianın ardından Akp hükümetinin taşeron firmayı korumaya çalışması gözden kaçmadı. Olayın hemen ardından yükselen tepkilere karşı Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı Ömer Dinçer Yapı-Tek'in sözcülüğünü yaparak "Taşeron firma burada kömür çıkarmıyordu. Bu çok önemli. Kömür çıkarırken oldu ve kömür çıkartma işi taşerona verildi gibi bir intiba var...." Bakan bu sözleriyle zihinlerimizdeki bulanıklığı silmeye çalıştı. Enerji bakanı Taner Yıldız da "Olaya sadece özel sektör bazında bakıldığında, TTK veya diğer kamu kurumlarında olan kazaların izahının hiç yapılamayacağını" söyledi. Özelde Akp döneminde yıldızı parlayan Yapı-tek,  genelde ise taşeronlaştırma aklanmaya çalışıldı. Tuzla tersanelerinde taşeronların neden olduğu ölümleri hepimiz biliyoruz. Allah’ın bildiğini kuldan saklamayın ey bakanlar!
Sadece büyük facialarda ölü yakınlarını “teselli” etmek için giden bakan ve bürokratların sesinin gürltüsünden sesleri duyulmayan  madencilerle sohbet ederken şunları söylediler: "Bu kaza bir ilk. Çünkü yol açılması ve zemin hazırlanması söz konusu. Bu aşamada hiçbir zaman böyle bir kazanın yaşanması mümkün değildir.” Şimdi sormazlar mı size ey hükümet: Kim yalancı?

Şimdi ne olacak?

Akp hükümeti bir kez daha ne kadar "halkçı" olduğunu gösterdi. Aileler için belirlenen "kan parası" 10 bin tl. Taşeron ölümlere biçilen fiyatın esas amacı tabii ki yaraların sarılması değil. Daha önceki olaylarda da bu yönteme başvurulmuştu. Verilen sözlerin tutulmadığını gördük. Umarım bu durumda da benzer şeyler yaşanmaz. Yeni bir  “iş kazası” haberinde bu olay aklımıza geldiğinde, sonunda devletin ailelere nasıl sahip çıktığını göreceğiz. Yoksa  "haber değerini" yitirmesi ile aileler acıları ile baş başa mı kalacaklar?

Aziz

9 Mayıs 2010 Pazar

1 Mayıs

          1 Mayıs’ın arkasından belki gecikmiş bir yazı. Ama, bu gecikme eleştiri yaparken daha sonrasında olana biteni anlamamız açısından yararlı bir gecikme oldu.

        Tarihe ve tarihteki olaylara bütünlüklü bakma taraftarıyım. Bu sene 1 Mayıs, başta İstanbul’da Taksim Meydanı olmak üzere birçok kentimizde kutlandı.1 Mayıs Türkiye’de siyasete doğrudan etkisi az olan, dünyayı emeğiyle var eden, ancak siyaset sahnesine pek çıkamayan işçi sınıfının yılda bir defa siyaset sahnesine çıkmasını sağlayan bir gün. Yılda sadece bir kere siyaset sahnesine çıkan işçi sınıfının, tek ve kitlesel 1 Mayıs kutlamasının gerekliliğine inanıyorum. Bu bağlamda Taksim’de tek ve kitlesel kutlama yapılmasının daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ben bu yazımda “1 Mayıs’ta kaç kişi vardı” gibisinden sorularla uğraşmayacağım, fakat 2010 yılında 1 Mayıs’ın tüm ülke genelinde 1 milyona yaklaşan bir katılımla kutlandığını söyleyebiliriz.
     
 1 Mayıs’ta, Taksim’de kalabalık bir kitle vardı ama nedense yılda bir kez siyaset sahnesine çıkacak olmanın verdiği heyecan pek yoktu. 1 Mayıs’ta bile “işçi sınıfının sahneye çıkamadığını” -Tekel işçilerinin Mustafa Kumlu’yu kürsüden indirmeleri dışında- söyleyebilirim. 1 Mayıs’ın içeriğinde büyük sorunlar vardı. Ne bir talep, ne bir ikaz vardı işçi sınıfından. Düşünün işçiler Taksim’de toplanıyor ve yıllarıdır ülkeyi yöneten siyasi erkten hesap sormuyor. AKP hükümetinden hesap sorulmasının gerekliliğine ikna olmayanlar olabilir, “CHP, MHP, DSP’den hesap soruldu mu ki geçmiş 1 Mayıslarda” denilebilir ama AKP hükümetinin iktidara gelme şekli ve iktidara geldikten sonra yaptıklarıyla ülkeyi sistematik bir şekilde karanlığa ve uçurumun kenarına götürdüğü açıkça görülmektedir. İşçi sınıfı burjuva iktidarların hepsine sınıfsal olarak düşmandır ama AKP hükümeti bu zamana kadar yapmış olduklarıyla çoktan işçi sınıfının hedef koltuğunda ilk sırayı almayı hak etmiştir ve bu sıralamadaki yerini uzun bir süre kaptırmayacak gibidir.

  1 Mayıs’ın içeriğinin, “içeriksizlik” ve “niteliksizlik” olacağı önceden belliydi. Çünkü AKP hükümetinin valileri, polisleri ve milletvekilleri 1 Mayıs’ı bir tek çatlak ses bile çıkmayacak şekilde düzenlemişti. İstanbul’da kalabalık bir işçi topluluğunun AKP iktidarına karşı seslerini yükseltilmesinden korkuldu ve bunun gerçekleşmemesi için sendikalara güvenildi. Sendikalara, “güvenlik sizden sorulur biz karışmayız” denildi ve sendikalardan AKP iktidarını hedef alan bir işçi bayramının emniyet supabı olması istendi.

 İşçi Bayramı’nı AKP hükümeti sistematik bir şekilde sadeleştiriyor ve sorun halinden kurtarıp bir “milli bayram” edasında kutlanmasına çalışıyor. İşçi sınıfının bedeller vererek elde ettiği mücadele gününü alıyor, kapitalizme entegre etmeye çalışıyor. Newroz’da yapmaya çalıştığı gibi; birileri hapislere giriyor, ölüyor, bayramın gerçek sahipleri yakılan ateşlerin üzerinden atlarken, bu ülkenin valileri, belediye başkanları, bakanları yakılmış bodur ateşlerin üzerinden takım elbiseleriyle atlayıp yumurta tokuşturuyor. Bunun adı da “Nevruz” oluyor. İçeriksizleştiriliyorlar, isyan günlerinden sevgililer günü yaratmak istiyorlar. 1 Mayıs’ı normalleştiriyorlar, tıpkı ülkeyi normalleştirdikleri gibi. Liberallerin söylemiyle normalleşme ve bence “evcilleştirme” veya “ehlileştirme.”

 1 Mayıs’ta yaşanan bu durum sadece bizim ülkemize ait bir durum değil. Dünyada yeni bir sol yaratılmaya çalışılıyor. Egemen güçler “sol”a işçi sınıfını unutturuyorlar ve onun yerine yeni kavramlar kullandırıyorlar; “öteki” veya  “sorunsallaşma” diye. Sol; yalnızca ırkçılığa, etnik ayrımcılığa, feminizme dayanan bir noktaya getiriliyor. Bu da yetmiyor; işçi sınıfı iyice güçsüzleştiriliyor, bölünüyor  “öteki”, “beriki”, “kadın”, “erkek”, “siyah”, “beyaz” “Yahudi” vs. diye parçalanıyor.
     
  Dünyada kutlanılan 1 Mayıslara baktığımızda bunu çok rahat görebiliriz. ABD’de 1 Mayıs kutlamalarına baktığımızda Teksas eyaletinde çıkan göçmen yasasına karşı oluşan muhalefeti görülüyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, verilen mücadeleyi değersizleştirmeye çalışmıyorum. Solun elbette bunlara karşı da mücadele etmesi gerekir, ama sol sadece bunlardan ibaret değildir. Türkiye’de Tekel işçisinin verdiği mücadele, solun asıl olarak hangi tarafta saf tutması gerektiğinin açık bir göstergesidir.

Deniz

7 Mayıs 2010 Cuma

Köprüden Ne Geçecek?



Uzun zamandır planlanan bir proje var: İstanbul Boğazı’nın üzerine yapılması planlanan üçüncü köprü. Otomobilleri ve içindeki sürücüleri İstanbul’un bir yakasından diğer yakasına taşımak için yıllardır iktidarların sunduğu tek çözüm yöntemi bu. Proje kendilerinin midir bilinmez; ancak otomobili merkeze alan ulaşım sistemi egemen oldukça İstanbul Boğazı’na daha çok köprüler yapılır. Daha üçüncünün ihalesi yapılmadan dördüncüden bahseder oldu “yetkililer.”
Meseleyi tutarlı bir biçimde ele alınca; köprü, viyadük, duble yol vb.nin insanların ulaşımını sağlamaktan çok, otomobil ve türevi metal parçalarını herhangi bir A noktasından B noktasına taşımaya yaradıkları apaçık görülüyor.  İnsanlar otomobillerini genellikle işe giderken ve işten dönerken tek kişinin ulaşımını sağlayan bir araç olarak kullanıyorlar.
Verimli ve sağlıklı ulaşımı sağlamak bir yana, otomobiller insan sağlığı ve çevre açısından da ciddi riskler barındırıyor.

Ekmek yerine otomobil
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de otomobil filosu gün geçtikçe büyüyor. Bununla birlikte otomobiller için yeni yollar, park alanları, trafiği azaltacağı öngörülen yan yollar inşa ediliyor. Peki, ne pahasına yapılıyor bunlar? Trafiğe yeni katılan her beş araç için –ki bu araçların ömürlerinin yüzde 90’ı otoparklarda geçiyor- bir futbol sahası büyüklüğünde alanın asfaltlanması gerekiyor. Asfaltlanan arazilerse ya ormanların ya da ekim alanlarının yok olması demek.
ABD’lilerin sahip olduklar 214 milyon otomobil için 16 milyon hektarlık alan yollara, otoyollara ve park yerlerine ayrılmış durumda. ABD’nin buğday üretiminin yapıldığı alan 16 milyon hektar.( Lester R.Brown,  Dünyayı Nasıl Tükettik? Çeviren: M. Fehmi İmre, Türkiye İş Bankası Yayınları, sayfa 84-85)
Kapitalizm, ekmek yoksa otomobilinizle trafiğe takılıp sinir hastası olun, hatta yaşamınızı her gün -varsa- işe gidebilmek için tehlikeye atın, trafik sıkışığında birbirinizi yiyin, arabalarınız ufaktan çarpışınca da inin aşağı birbirinizin gırtlağına yapışın diyor ve gereken bütün altyapıyı hazırlıyor.
Ulaşım küresel karbondioksit salınımının yüze 23’ünden sorumlu. (Jonathan Neale Küresel Isınmayı Durduralım, Dünyayı Değiştirelim, Çeviren: Doğan Tarkan, Yordam Kitap, sayfa 98)
Bunun içinde aslan payı -yüzde 77- karayollarındaki araçlara ait. Salınımı azaltmanın en kolay ve masrafsız yolu kaliteli ve hızlı toplu taşıma projelerini hayata geçirmekten geçiyor. Çözümü bulmak da zor değil. Genel olarak ulaşım sistemini otomobillerden otobüslere dönüştürmek sera gazı salınımını yüzde 70 oranında, trene dönüştürmek ise yüzde 80 oranında azaltıyor. Tren yolarının otoyolların altıda biri kadar yer kapladığını da belirtmeden geçmeyelim. Yaya ve bisiklet yollarıyla desteklenen bir toplu taşıma sisteminin havayı kirletmemesinin yanı sıra, mevcut otoparkların ve yolların yürüme ve dinlenme için yeşil alanlara dönüştürülerek değerlendirilmesi gibi bir artısı da olabilir. Küçük bir beyin fırtınası yapınca sokakların ve caddelerin otomobillerin daha iyi yürüyebilmesi için planlandığını fark edebiliyoruz. Yollardan otomobillerin kalkması, kamusal alanın insanların kullanımına da açılması açısından faydalı bir durum. Ancak egemenlerin böyle bir dertlerinin olmadığını hepimiz biliyoruz.

 Ortaçağ’daki atlı arabaların hızıyla
 Otomobillerle bir yere ulaşmak gelişmiş dünyada işkenceye dönüşüyor. Günümüzde Londra’da trafik saatte ortalama 16 km, Tokyo’da 18 km, Paris’te 25 km hızla akıyor. (Peter Freund&George Martin, Otomobilin Ekolojisi, Çeviren: Gürol Koca, Ayrıntı Yayınları, sayfa 23.)
Bu oran Ortaçağ’daki atlı arabaların hızlarıyla aşağı yukarı aynı. Motorlar gelişiyor, güçleniyor ancak kapitalizmin büyük kent merkezlerinde hız sürekli olarak azalıyor. Filoya sürekli yeni araçların katılması trafiği sıkıştırıyor. Sorunu çözebilmek için yeni yollar, köprüler inşa ediliyor, üzerlerinden sürücüleriyle birlikte otomobiller geçiyor. Örneğin; İstanbul Boğazı üzerindeki köprülerden geçen insan sayısı 4 kat artmamışken, bu köprülerden geçen araç sayısı 30 kat arttı.
Tüm bu sıkıntıların yanında, yollarda her yıl 1 milyondan fazla insan hayatını kaybediyor. 800 bin insan kalıcı sakatlıklara maruz kalıyor. Havaya salınan zehirli gazların dolaylı olarak yol açtığı akciğer ve solunum yolu rahatsızlıkları, hareketsiz kalmaktan dolaşım sisteminde oluşan rahatsızlıklar ve -otomobillerin tembelleştirdiği insanlarda- egzersiz yapmamaktan kaynaklanan sağlık sorunları da yine otomobilin kitleselleşmesiyle artan sağlık sorunları. Sürücülerin araç kullanırken strese ve yüksek tansiyona maruz kalmaları da cabası.
Özetlemek gerekirse otomobilin yaşamımıza getirdiği kolaylıklardan çok zararı var. Doğayı ve insan yaşamını çetrefilli sorunlarla baş başa bırakan bu ulaşım sistemine karşı topyekûn, köktenci ve acil çözümlerin egemenlere dayatılması gerekiyor. Bizim etkili olamadığımız durumlarda, sistemin kendi tersten çözümlerini üretmesi kaçınılmaz hale geliyor. Üçüncü köprü, duble yol gibi otomobil tekellerinden başka hiç kimseye faydası olmayan akıldışı projelere karşı yerellerdeki dinamikleri harekete geçiren, insan sağlığını merkezine alan, ulaşım sistemlerini üreten ve alternatif olarak sunan bir mücadele hattını oluşturmak için çalışmak gerekiyor. 

Alper





14 Mart 2010 Pazar

8 MART: 2 KADIN, BİRİ DİRİ, BİRİ ÖLÜ

Bizden kaynaklı aksaklıklardan dolayı gecikmiş bir yazı…

 Güzel Türkiyemizde alışılmış bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü daha geçirdik. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımız Selma Aliye Kavaf 8 Mart itibariyle yaptığı konuşmasında; kadınlığın, kadın olmanın zor ama güzel olduğunu buyurdu. Arkasından “eşcinsellik falan…” diye devam etti. “Bunların hepsi sapmadır, bunlara insanlarımız kanmasın, dünyada sapkınların sayısı gittikçe artıyor” diye uyarıda bulundu. Bunları söyledikten sonra da yüzünde utanç değil, gülümseme vardı. “Ne kadar ileri görüşlüyüm’’ der gibiydi sanki. Yüzünde utanç yerine vatan kurtaran şabanların ifadesi vardı. Güzel memleketimizin insanlarını önceden önemli bir tehlikeye karşı uyarmıştı, nasıl övünmeyecekti?


2010 yılındayız, eşcinsellik 1974’ten beri hastalık olarak kabul edilmiyor. Anlayacağınız 36 yılcık minik bir farkla çağın dışında kalmıştı bakanımız. Papalığın bile eşcinselliğin sapkınlık değil de bir cinsel yönelim olduğunu kabul ettiği bir zamanda, bizim bakanımız papalığa nazire çıkartırcasına bir bağnazlıkla bu konuyu incelemiş ve bu sonuca varmıştı.

Bakanımızın bu bağnaz açıklamalarını biz daha hazmedememişken bir haber geldi bize.

Adıyaman’ın Kahta ilçesinde evinin bahçesinde gömülü olarak bulunduktan sonra, babası ve dedesi tarafından diri diri toprağa gömüldüğü anlaşılan 16 yaşındaki kızın adının Medine Memi olduğu anlaşılmıştı. Medine Memi polis kayıtlarında adı olan bir genç kadındı. Çok değil, bundan 2 ay önce; polise ailesinin kendisini öldüresiye dövdüğünü, can güvenliğinin olmadığını, bunun için sığınma ve koruma istediğini bildiren bir dilekçe ile başvurmuştu. Polis Medine’ye “sen bu konuyu pek dillendirme, insan ailesini hiç şikayet eder mi?” demişti. Polisin Medine’ye tavrı “susarsan geçer” şeklindeydi. Medine titreye titreye evinin yolunu tutmuştu. Ne yapsaydı, susarsa belki de geçerdi ama ne yazık ki Medine’nin adı 2 ay sonra polis kayıtlarına tekrar düşecekti ama bu sefer ölü diye.

Barış ve Demokrasi Partisi Van milletvekili Fatma Kurtulan, Medine Memi’nin ölümünü meclise sundu. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanımıza kendilerine şikayette bulunulduğu halde, neden Medine’nin kaderine terk edildiğini sordu.

Bu aralar Meclisten bir dosya geçiyor, ne hikmetse dosya bir o yana bir bu yana iteleniyor, dosya elden ele gezmiyor, dilden dilede gezmiyor, gözden göze geziyor sanki. Medine’nin dosyası, çünkü kimse bu iğrenç olayı eline de diline de bulaştırmaya yanaşmıyor. Belki yakıştırmıyorlar alış veriş torbalarıyla dolu ellerine bu dosyayı, kirinden korkuyorlar, “ya elimize bulaşır da çıkmazsa” diye düşünüyorlar belki. Haklılar aslında, yerlerinde olmak istemezdim. Peki siz ister miydiniz? Bu vicdan azabını taşıyabilir bilir miydiniz? Onlar taşıyabiliyorlar, ne mutlu. Elbette bazen akıllarına geliyor Medine. İşte o zaman biraz rahatsız oluyorlar ama onları rahatsız eden yanları vicdanları değil, Medine’nin gözleri. İşte onlar ne zaman birbirlerinin gözlerine baksalar Medine’yi görüyorlar, önce terliyorlar sonra eriyorlar gün be gün bitiyorlar sanki.

Medine Memi Adıyaman Kahta doğumlu. 16 yaşındaydı. Medine belki birçoğumuzdan daha az şey istiyordu bu dünyadan, hepimizden daha küçük ve masumaneydi umutları. Medine bundan sonra yeni çekilen filmleri izleyemeyecek, yeni kitaplar yazılacak; okuyamayacak, yeni şarkılar bestelenecek ve o dinleyemeyecek demeyeceğim. Medine belki hayatı boyunca hiç sinemaya gitmemişti, belki sadece ders kitabı okumuştu, belki onun bile okumamıştı, belki de ona İsmail YK dinlemek yetecekti ömrünün sonuna kadar, ama bu ömür bu kadar kısa olmayacaktı.

Medine Memi evrende varlık sahasını terketmiştir. Siz bu yazıyı okuyunca ne hissedeceksiniz bilmiyorum ama dilerim size sıkıntıdan başka hiçbir şey vermez. Bu haberi okuyunca insan kendini huzursuz hissediyor, insanı rahat koltuğundan kıpırdatan, konforundan utandıran, üstüne başına bakıp mahcup olmasını sağlayan, aynadaki kendinden utandıran bir ölüm bu.

Medine’nin bir köy ilkokulunun bahçesinden dünyaya bakıp bir şeyler anlamaya çalışan, ama evrende olup biten hiçbir şeye anlam veremeyen şaşkın gözlerinden yansıyan umutlarını ve hayallerini, umutlarımız ve hayallerimiz olarak bilip yaşama devam etmeliyiz. Şimdilik bu bize ne kadar yeter bilemiyorum. Başkalarını kötü olarak göstermek bizi iyi yapar mı, ondan emin değilim.

Deniz

6 Mart 2010 Cumartesi

AYNI, AYNA

Ne zamandır yazacağım kısmet bugüneymiş. Biraz ihmal ettik bu mecrayı. Kusur…

Bu yıl yüksek lisansa başladım. Hoş, adı yüksek lisans ama ne olduğu belli olmayan işler peşindeyiz. İlk dersteyiz, yılın ilk dersi. Hoca sormuş; “sizce iyi bir öğretmende bulunması gereken nitelikler nelerdir?” Tahtaya bayan bir arkadaş çıkmış, biz sayıyoruz aklımıza gelen özellikleri o geçiriyor tahtaya. 14-15 madde yazılmıştı ki biri çıktı “hocam bence en önemlisi çağdaş düşünce ve Atatürkçülük” dedi ve ekledi: “Bence onu en üste yazmalıyız.” Stüdyoda alkış efektinin eksikliği hissedildi. Neyse, arkadaşın önerisi kabul edildi. Yalnız tahtadaki arkadaşın boyu yetmedi. Erkeklerden biri çıktı, en üste yazacak. Dedi ki; “Atatürkçülük birleşik mi yazılıyor?” Dakka bir, gol bir dedikleri cinsten.

Şimdi ben bunu niye anlattım? Arkadaşın tahtaya yazmaya çalıştığı “düşünce sistemi”ne mesafem büyük. Ancak sorun şu ki, insan kendine dert edindiği şeyin adını da mı bilmez? Deli olacaktım. Şartlar olsa kaçacağım ordan ama çare yok, git gel…

Şu an geldi aklıma; nereye kaçacaksın arkadaş? Her yer bunun gibi durumlarla dolu. Her gün duyuyorum; “bu kriz ayakları palavra, kriz mriz yok”, “sen öyle diyorsun da dünyayı Amerika yönetiyor be abi…” İyi de sen bu bilgiye eriştiysen... Öyle normal söylemezler bunu adama. ..Vahiy gelmiş olmalı sana…

Dünyanın hali harap. Kendisini gerçekleştirmeyi bir nebze başarabilmişler toplum içinde kalırken, diğerleri her türlü süreçten uzaklaşarak toplum dışına itiliyor. O dış tarafta, garipsediğimiz bir yığın olgu var. Esas çoğunluğu toplumun o bölümü oluşturuyor. Emek yoğun çalışıyorlar, göç etmişler, varoşta yaşıyorlar, yaşadıkları yerlere ayak basmak cesaret ister, güvenlik o bölgelerin başat sorunu, uyuşturucu kullanımı yoğun, vatan sevgisi had safhada, eğitimin en kalitesizine maruz kalıyorlar... İsmail Yk’nın tutunmayı bırakın, kök saldığı yerler…

16 yıllık İstanbul yaşamımın her zaman bir ayağını oluşturan yerden bir anı; bundan 3-5 sene evvel mahallede bir çocuk var. Liseden atılmış, yalan olmasın ama 2 sene gidip gelmiştir liseye. Okul yaşantısı bittikten sonra sağda solda takılmaya başladı. Gelirdi yanımıza, katlanması zordu. Bir gün laf Mustafa Kemal’den açıldı. Dedik “Atatürk ilkelerini sayabilir misin?” Cevap hala gülümsetir ama deler adamın içini. “Milliyetçilik, Hürriyetçilik, Layıklık…” Dedik “bu saydıklarının anlamı ne?” “Şimdi yok mu Milliyet, Hürriyet gazeteleri onları okumak. Sonra mesela ben bu sigarayı içiyorum ya bu bana ‘layık’. Bu da “layıklık” işte. Şimdi o çocuğun ne yaptığını sormayın, uzun hikaye...

Esas anlatmaya çalıştığım yerlere geldim.

Burada bir dipnot vermek ilkesel açıdan iyi olacak. O zamanlar tahammül edemediğim o çocuğa saygım; yukarda anlattığım, kendisini ifade etmeyi başarabildiği yegane düşüncenin ismi olan “Atatürkçülük” kelimesini yazmaktan aciz olan “iyi öğretmen” e duyduğumdan çok daha fazla.

Toplum dışına atılan çoğunluğun yanında –ki sistem bunu öncelikle üretim süreçlerinin dışına atarak yapıyor- hesapta okuyan, düşünen, sorgulayan, iyi eğitim gören, beyaz yakalı çalışan kişi arasında düşünsel açıdan pek bir fark kalmamış. Toplumsal süreçlerin tümüne yabancı kalan, müdahale etmek istediğinde ise geçtiği tedrisat tezgahından bağımsız var olamayan, genel olarak üniversite mezunu, çok çalışan, “tutunan” bir kitle var. Bu ikisinin bir arada oluşu, toplumu yöneten iktidar odaklarının oldukça işine yarayan, her türlü saldırıya teşebbüs etmelerini kolaylaştıran bir biçimde aleyhimize olan bir durum. Kabaca bakıldığında iki tarafın artık kompartımanlar halinde bulunduklarını ve ihtiyaçlarının aşağı yukarı aynı olduğunu iddia etmek mümkün. Çıkar yol bulmak, yolsuz kalmaktan zor olsa da öncelikle bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi adına denemeye değer.

Not: Yazılanları günlük düzeniyle yazılmış bir iç döküş olarak okumak mümkün. Ancak kısa zamanda yazacaklarımı buradakilerle ilişkilendireceğimi ve bu bağlamda çerçeve yazısı olduğunu belirtmek isterim.

Alper

12 Şubat 2010 Cuma

YÜZLERİNİ SİZ KOYUN

Meddah geleneğimize uyarak başlıyorum yazıya. /Ad ada benzer, yer yere benzer, kişi kişiye benzer, kimi er dişiye benzer, şey şeye benzer, deyip /kimseler üstüne alınmasın diyerek /anlatacağım olaylardaki kişinin adını söylemeyeceğim /Arif odur ki /leb demeden leblebiyi anlar /Hödük ise odur ki /Sen bayram haftası desen, /O mangal tahtası anlar.

Katillik serüvenine önce yerel bir icraat olan Abdi İpekçi suikastiyle başlayıp, daha sonra işleri büyüterek uluslararası bir figür olan Papa’ya süikaste teşebbüsle devam eden milli katilimiz serbest bırakılmıştı. Ne diyelim? Bizi dünyada temsil etmek için bu kadar uğraş vermesine duygulanmadım, gururlanmadım desem yalan olur.

Milli katilimiz hapisten çıktığında karşısında kendisinden daha fazla şaşırmış bir basın ordusuyla karşılaştı. Milli katilimiz, erevizyondan birincilikle dönen ve bizi dünyaya tanıtan bir pop yıldızıymış gibi bir ilgiyle karşılandı. Sanki katilin tanımı arasında pop starlık vardı ve sanki katilin sözlük anlamı arasında sivrilmiş, doğruyu savunan bir gazeteciyi büyük ağabeylerin söylemesi sonucu öldürebilir tanımı yoktu. Ne yapsınlar; bütün sözlükler tarandı, tanımlamalara bakıldı - ülkemizde başka ülkelerdeki gibi kraliyet sözlükleri de yoktu - bir milli katil tanımından halk kahramanı tanımı devşirildi.

Milli katil sonra arabasına bindi. Arabasına yanlışlıkla bir köpek binmişti. Katilimiz şuursuz basın yığının karşısında halk kahramanı imajına ters düşer ve toplumsal meşruiyetini kaybeder diye köpeğe dokunmadan araca bindi ve 2010 Avrupa kültür başkentimizin sokaklarında kayboldu. Katili takip edip kaldığın otelin yıldızlarını saymak için yola koyulan gazetecilerin gördüğü ise kesinlikle tahmin edilemez değildi. Sonuçta o bir katildi. Milli katil, karizmayı çizdirmemek amacıyla çok bile katlandığı köpeği arabadan atıyordu.

Milli katillimize film yıldızlığından tutun da şov programcılığına kadar teklifler yağdı. Bu oyuna kısa bir süre içinde Milliyet gazetesinden bir cevap geldi. Milliyet gazetesi mili katilimizin fotoğrafını verip gözlerin bantlamıştı. Peki bu yapılan neye yarardı? Miiliyet gazetesi Abdi İpekçi’nin katiline böyle bir muameleyi reva görmekle mi yetinecekti? Ne yazık ki öyle oldu. Milliyet gazetesi kolay olanı yaptı, bantladı katilin gözlerini... Zor olanı ise es geçti. Abdi İpekçi katledildikten sonra bu davanın üzerine gidip, bu olayın aydınlatılması için çalışabilirdi. Ama yapmadı. Belki katil içerideydi, gözden de gönülden de ıraktı. Dışarı çıkınca ise çekildi bir bant gözlere.

Milli katilimiz gözlerine çekilen bu bantla iyice bizden biri oldu sanki. Her gün televizyonlarda izlediğimiz kadın programlarındaki figürlerden biri oldu, baldızını parmaklayan bir figür oldu, Anadolu’dan büyük şehre kaçmış, iffetine sahip olamamış, kadın programlarına çıkarılan ve kafasına kese kağıdı geçirilen bir kız kadar bizden olmuştu.

Yani anlayacağınız katilimiz Allah’ın yürü ya kulum dediklerinden biriydi artık ve bizi bundan sonraki suikast, katliam olayları hiç mi hiç şaşırtmayacaktı. Toplumsal algımıza yerleşmişti iyi katil figürü. Bundan sonra benzer hikayelerde karşılaşacağımız katiller bizi hiç şaşırtmayacak, ‘’bu ne ya?’’ ‘’Oha!’’ diyemeyeceğiz. Unutmayalım, onlar bizden biri artık.

Düşünenler olabilir; yazının başından beri katilin ismi neden hiç geçmedi diye. Falanca isim, falanca soyad. Dedim ya, aslında bu bir hikaye ve benim hikayemde kötülerin yüzü de ismi de yok. İşte gerisi size kalıyor. Hepimizin hayatında vardır sevmediği birileri, onların yüzünü koyun kötünün, katilin yüzüne...

Benim bu yazıyı yazdığım sıralarda medya artık katilin saçma iddialarını bir daha yayınlamamak için toplu karar almış. Ne oldu? Şimdi ne değişti? Anlamadım. Ne mi istiyorum bu adamlardan? Birazcık vicdan belki... Gözden ırak olan gönülden ırak olur mu? Gene katiller ortalık yerlere çıktılar, arkalarında bir karanlık ki sorma... Bu karanlık büyütüyor onları. Vicdan ne demek ben bilemez oldum son zamanlarda. Karanlıkta kayboluyormuş gibi görüyorum kendimi... Sonra bir yoksulluk geliyor, bir daha gitmiyor. Karanlıklar bir kötüyü yükseltirken milyonlarca iyiyi altına alıyor, kaybediyor, silikleştiriyor. Geriye vicdanımız kalıyor sadece. O da ne işe yarar ben bilmez oldum son zamanlarda. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Başta da böyle bir yerde. Bu ülkede vicdanın mı? Var. O zaman derdin var anlayacağın.

Deniz






29 Ocak 2010 Cuma

TEKEL DİRENİŞİ, TEKEL DİRİLİŞİ

İnsan öğreniyor, şaşırıyor. Koca koca adamların çıkıp zavallıyı oynamalarını ama rollerini de zaman zaman dişlerini göstererek korumaya çalışmalarını görünce, öğrendiği ve şaşırdığı kadar da korkuyor. Çap sıfıra indikçe işgal edilen makamın büyüklüğünün artması da bir o kadar dehşet verici.

Bu akşam başbakanla Türk-İş heyeti, direnişte olan Tekel işçileriyle ilgili görüştü. İki saat sürmüş görüşme. Başbakan önceki tavrını takınmamış, yapıcıymış. İki bakanına talimat vermiş, konuyla ilgili çalışma yapmaları için. Bakanların çalışmalarının sonucunu pazartesi gününe istemiş. Onların doğrultusunda heyetle yeni bir görüşme talep edecekmiş. Görüşme oldukça samimi geçmiş. Heyet önce ne istediklerini sunmuş başbakana. Başbakan dinlemiş…


Türk-İş genel başkanı Mustafa Kumlu’yu gördüm sonra. Balkondan işçilere durumu anlatıyordu. Önce onların hallerini nasıl anladığından bahsetti, sonrasında geceleri başını yastığa koyunca sabaha kadar uykusunun gelmediğine değindi. Günlerdir Türk-İş yönetiminin işçilerin mücadelesine gecelerini gündüzlerine katarak destek verdiklerini anlattı. Zaman zaman yükselen istifa seslerinden gocunmadığını söyledi. İşçilerin sinirlerinin gergin olduğunu, bunun sonucunda bu tip durumların yaşanmasının normalliğinden dem vurdu. Bu işi “masa başında” çözmek istediklerini anlattı. İşçilerin evlerine sağ salim, “inşallah” döneceklerini dile getirdi…


Can Dündar’ın NTV’deki yayınında Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Nihat Yurdakul’u dinledim. İlk söylediği laf; NTV’nin yayınında Kumlu’nun işçilere seslenirken alkışlamaların yanı sıra yuhalamaların da duyulduğu dile getirilmiş. O da oradaymış ve böyle bir şeye şahit olmamış. Dündar, belki de işçilerin iktidarı ıslıkladığını ifade ettiğinde “efendim ben onun için söylemiyorum” gibilerinden bir şeyler geveledi.


Son üç paragraf birinciye bağlandığında sorun daha bir berraklaşıyor. Bir laf var; “ben kadıya derdimi anlatıyorum, kadı bana şeyini sallıyor” diye. Daha da ileri gitmek istemiyorum.

Peki şimdi ne olacak?


İktidar ve muhalefetin düşman kardeşleri Tekel işçilerinin direnişine taktığı sıfatlara bakılırsa “masumane istekler”, “yazık”, “merhamet” onlara göre işçilerin durumuna uygun ifadeler. Bir adım daha ileriye gitmeye mecalleri, cesaretleri ve istekleri yok. Hiç olmadı da. Olamaz da. Sınıf mücadelesi bunun adı, bayraklarını bizimkilerle karıştırmaz onlar. Bu noktada bir siper savaşı vermek elzemdir. İktidar ve muhalefet kısaca düzen siyaseti, işçilerin hakları hususunda değil, ancak işçi düşmanlığında yarışabilirler. Hoş, orada da sonucu varış hakemleri belirler. Tekel işçisi akıttığı terin karşılığının peşindedir. Aradaki at başını geçmeyecek fark üzerinden dost-düşman tayin etmeyecek kadar bedel ödemiştir.


Eşyanın adını koymak lazım; 45 gündür –ben bu satırları yazarken 46 oldu- kendisi, eşi, çocuğu, arkadaşı kısaca topyekün direnen işçiler var. Bu direniş sonunda ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamında ciddi kırılmalara yol açabilecek bir potansiyeli taşıyor. Kriz sürecinde işsiz kalan, düşük ücretlerle yaşam standardı düşen çalışanların hak ve taleplerini dile getirmelerine yol açabilecek bir yanı var. Arkasında ciddi bir toplumsal destek var. Sokaktaki adam o direnişi, “meşru”, “haklı”, “onurlu” diye tanımlıyor. Sokaktaki vatandaşla farkları kullandıkları sıfatlardan belli oluyor.


Bülent Arınç birkaç gün önce sokaktan çekindiğini, bu tip meselelerin diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğini dile getirdi. Arınç’ın sokaktan çekinmesi yanlış değil. Direnişin ara duraklarından biri “genel grev” olursa o zaman paçalarının tutuşacağını biliyorlar. Genel grev lafını duyunca, kapalı kapılar ardında bir şeyler konuşup talepleri bir nebze yerine getirerek işin uzamasına yahut dallanıp budaklanmasına engel olmaya çalışıyorlar. Tahminimizce pazartesi günü yapılacak toplantıdan çıkacak sonuç Tekel işçisinin istedikleriyle pek örtüşmeyecektir. Keşke örtüşse de o insanlar da evlerindeki yaşantılarına dönseler. Ama bu kez iktidarı sıkıştıracak başka bir durum var. Şöyle ki; başbakan yakın zamanda “Şimdi kopardıkları kıyamet ne? Tekel işçileri 4C istemiyor, diğer 4C’liler bu ülkenin vatandaşları değil mi?" şeklinde bir laf etti. Peki Tekel direnişi başarıya ulaşırsa bu ülkenin vatandaşı olan diğer 4C’liler ne yapacak? Bizce bu durumdan ders çıkarmaları büyük olasılık. Aslına bakılırsa mesele yine bu ülkenin vatandaşı olan başbakan, bakan, milletvekili gibi adamların elindekilerdir. Göz kendi “kısmetlerine” dikilince o zaman da “aynı gemideyiz” teranesini okur bunlar. Kriz mriz derken az yemediler başımızın etini vatan millet diye…



Velhasılıkelam, torbacılar gene iş başında. İşine, aşına sahip çıkan işçilerin copla kıramadıkları kafalarını; vatanla, milletle afyonlayarak kırmaya çalışıyorlar. İşçinin de patronun da vatanının olmadığını hepimizden çok Tekel işçisi bilmektedir. 45 gündür çoluğuyla çocuğuyla direnen işçilere “kardeşlik türküsü” söylettiremezsiniz beyim. Maskeler yerlerdedir, hısım da hasım da anadan üryan meydandadır. He ille de kardeşsek, benim çocuğum aç yatarken, sevgili kardeşim kodaman dört başı mamur ise bu kardeşliğin ızdırabı hakkında okkalı konuşmaktan başka bir çare yoktur.

Sol Kroşe







18 Ocak 2010 Pazartesi

MERHABA

Merhaba,


Uzun zamandır planladığımız ilk adımı atıyoruz ve yazıyoruz. Amacımız yeni, söylenmemiş bir söz söylemek değil, bunun haddimiz olmadığını da düşünüyoruz. Unuttuğumuz birtakım şeyleri beraber hatırlayabilirsek, yapmayı amaçladığımız işin hedefe ulaşacağı fikrindeyiz.

Pek çok şeyin sonunu getirememiş üç arkadaş olarak umarız bu defa başarıya ulaşırız.

Sol Kroşe'nin kem gözlerde patlaması temennisiyle...

Sevgiler...

HRANT'IN KATLEDİLİŞİNİN ÜÇÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE BİR ÇİFT SÖZ

Aslında bu konuyla ilgili bir yazı yazmak, yani katledilen birsinin arkasından bir şeyler söylemek biraz zor. İnsanlar üzüntünün verdiği suskunluğu tercih ediyorlar genelde. Ama bu konu üzerine yazı yazılmasını benim adıma zorlaştıran özel bir neden daha var aslında, o da 19 Ocak gününün benim doğduğum gün olması. Şimdi bütün zorlukları bir kenara bırakıp, bir olayda kendini gösteren, açığa çıkan bu durumu düşünelim biraz. Sorunu bütünlüklü olarak tanımlamaya çalışacağım. Üzerinden 3 yıl geçmiş olması bizi daha soğukkanlı yorumlara götürür sanıyorum.
Anahtar kavram ötekileştirme ya da sorunsallaştırma.Aslen Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının beraberinde getirdiği düzenlemeler oldu. Bu düzenlemeler daha sonra ulus-devletlerin olmazsa olmazı haline geldi. Fransız Devrimi sırasında sınıf savaşlarının bir sonucu olarak ortaya çıkan, feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemin neticesinde kendini gösteren ulus-devlet anlayışı, beraberinde her ulusun kendine özgü ama genelde dünyanın farklı coğrafyalarında da olsa, belli bir sınırı olan bir modernleşme durumu oluşturdu. Kimileri için batıyı taklit, batının siyasal ve sosyal hayatına entegre olmak şeklinde algılanan bir süreç oldu ve bu sürecin adına modernleşme denildi. Her ulus-devlet kendi modernleşmesini yaratırken her modernleşmede kendine dayanak olarak bir ulus anlayışı inşa etti. Türkiye’de ise cumhuriyetin modernleştirme politikalarının bir sorun olarak gördüğü ve ötekileştirerek aşmaya çalıştığı bazı yaşam tarzları var. Daha öncede belirttiğim gibi bu durum sadece Türkiye modernleşmesine ve bu modernleşmeyi kuran Kemalist ideolojiye özgü bir durum değil. Öteki değiller aslında ama modernite tarafından sorun olarak görüldüğü için öteki oluyorlar. Onları sorun olarak görüyorsun ve sonra kendini bu sorun üzerinde inşa ediyorsun. Bu üst yapı sonra toplumun önemli bir unsuru oluyor. Toplum tabir-i caizse bununla nefes alıp veriyor. Bizim yaptığımız bunu sorunsallaştırmak aslında

Bu tarihsel olan durumun yarattığı, karşıdakini ötekileştirici durumdan kurtulmanın yolu ise ötekileştirme oluşumunu kavramaya çalışırken sık sık kesitlerle yararlandığımız tarihin kendisidir. Türkiye halkını oluşturan toplulukların bu topraklardaki ortak tarihlerini yeniden hatırlaması birbirlerini daha iyi tanımasına imkan verecektir. Ortak tarihi bilmek bu durumda birleştirici olacaktır. Türkiye’de cumhuriyetin modernleştirme süreci açısından önemli bir aracı Türk Dil Kurumu’dur. -ilk kurulduğu adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti(1932)- Türk Dil Kurumu Türkiyelilere Türkçe’yi öğretmek için ve Türkçe’yi dil özellikleriyle öğrenmek için kurulmuştur. Türk Dil Kurumu’nun ilk genel sekreteri ise Agop Dilaçar’dır.(1885–1979).Türkçe üzerine uzmanlaşmış Ermeni dilbilimcidir. 1934 yılında çıkan soyadı kanunu sırasında Türkçe’ye verdiği katkılardan sonra Dilaçar soyadı ona Türkiye Cumhuriyeti tarafından verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme serüveninde bu tarihsel bilgiyi bilmek bile, birlikte yaşamak açısından Türkiye toplumunun toplumsal hayatı yeniden inşası açısından oldukça önemlidir. Toplumsal hayatta da bir arada yaşamak açısından toplumsal hafıza gerçekten çok önemlidir.



Türkiye’de toplumsal hayatta sık sık, “aslında bizim toplumumuz çok hoşgörülüdür, bu bize Osmanlı’dan yadigar kalmıştır” gibi laflar söylenmektedir. Bence durum bizim ne söylediğimiz değil; aslında ötekilerin nasıl hissettiğidir. Bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin %25-%30 kadarlık kısmı Ermeni isimlerinin yanında bir de Türkçe isim kullanmaktadır. Türkiye’de toplumsal hayatta birlikte yaşamak adına böyle bir sorun olduğu gün gibi ortadayken hoşgörü bize nereden ve nasıl gelmiş olabilir ve biz bu durumla nasıl utanmadan övünebiliriz. Toplumsal hayatta aslında Ermeniler kendi kimlikleriyle, kültürleriyle yaşamak istediklerinde birer görünmez adam olmanın ötesine geçememektedirler


Dalaman’da yaşayan Afrika kökenli yurttaşlarımız vardır. Afrika kökenli ilk gurup pamuk ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Kenya, Somali, Sudan, Cezayir, Libya ve Mısır gibi ülkelerden Anadolu’ya 18.yüzyılın ortalarında, ikinci grup ise 1900’lerin başında Mısır Hidivi Abbas Paşa tarafından işletilen Dalaman’daki üretim çiftliğinde çalıştırılmak için getirilmiştir. 1900’lerde Dalaman’a gelen ikinci guruptakilerin ilk kuşak çocukları okula gitme yaşına geldiklerinde, yani toplumsal hayatta var olma zamanı geldiğinde ise zorluklarla karşılaşmışlardır. Afrikalı küçük bir kız çocuk okula gider ve hemen ağlayarak eve geri döner, sonra çamaşır suyu içer. Bunu neden yaptığı sorusunu sormak bile zor geliyor değil mi? Beyazlamak için elbette, çünkü kendisinin aşağılık siyah bir pislik olduğunu sanıyor. Ona öyleymiş gibi davranmışlar ve hissettirmişler ama aslında o bu intihar girişimiyle bütün beyaz Türklerden daha beyaz olduğunu göstermiş oluyor aslında. Onlardan daha temiz ve gururlu olduğunu gösteriyor. Bu kız çocuğunun okulda nasıl bir durumla karşılaştığını tahmin etmek ise nedense olayın zor olmayan bir yanı olarak kalıyor.

Bu güne gelirsek de aslında günümüzde etnisiteye dayalı ayrımcılık devam etmekle beraber bu ayrımcılığın yanına bir de yeni ötekiler eklendi. Artık toplum tarafından ötekileştirilmen için ırkının veya ten renginin farklı olmasına da gerek kalmıyor. Toplum kendinden farklı olan herkesi, giyim tarzı farklı olan, yaşayış tarzı farklı olan, dinlediği müziğin tarzı farklı olan herkesi ötekileştiriyor. Toplumsal hayatta bir arada yaşamı sağlayan farklılıklar arasında birleştirici bir nosyon görevi gören hoşgörü kavramı ise artık toplum hafızasında pek fazla yer etmiyor. Günümüzde ötekileştirilenler arasındaki uçurum niteliksel olarak devam etse de aslında mağduriyet çerçevesinde bakıldığında o uçurumu göremiyoruz. Toplumsal hayatta yapılan etnisiteye dayalı ayrımcılıkla kadınların yaşadığı negatif ayrımcılığa mağduriyet açısından bakıldığında yani birey üzerinde yarattığı deformasyon açısından bakıldığında pek de fark olduğunu düşünmüyorum.

Hrant Dink’in anlattığı bir yaşanmış hikâyede geçen (burada bu hikayeyi anlatmayacağım)su çatlağını buldu sözü aslında gerçekten durumu özetleyen bir cümledir. Su akar çatlağını bulur yeter ki suyun çatlağını bulmasını engelleyecek psikolojik engeller çıkmasın karşısına.

Deniz

PİS TER

Bu ülkenin seksen küsür yıllık resmi tarihi resmiliği kadar da tahammülsüzlüğün tarihidir. “Öteki”nin varlığına, kendini ifade etmesine katlanamayan garabet bir topluluğun kitle eylemleri ve cinayetleri damga vurdu “şanlı” tarihimize. Öyle bir şanlı ki bu tarih; Varlık Vergisi’ni ödeyemeyenlerin çalışma kamplarına sürülmesi, 6–7 Eylül kepazeliği, sonrasında 70’lerdeki katliamlar, darbeler, sonrasında Kürt Sorunu ve başka olaylarla beraber Selendi’deki Romanlar var bu tarihte. Biz varız, Hrant’ın tabutunun peşinden “Ermeniyiz, Hrant’ız” diye yürüyen biz ve onlar var. “Onlar” dediğime de bakmayın siz. O “onlar”la aynı okuldayız, aynı iş yerindeyiz, aynı kahvedeyiz, bardayız ıvırdayız kıvırdayız. Ancak her şeye rağmen “biz” var bir de “onlar” var.
“Onlar” vatanımızı, namusumuzu, bayrağımızı –bayraktaki allık kanın allığıdır-, işimizi, gücümüzü kısaca korunması gereken her şeyi korudular, kolladılar, onlar uğruna yaktılar, vurdular, kırdılar. Ne kadar aynı havayı solursak soluyalım yahut kızalım, küselim, lanet edelim değiştiremedik o tarihin akışını. Olmadı. Tarihin akışının değişmesi biraz da onlarla gireceğimiz fikri münasebete bağlıydı ama o da olmadı.


Düşünüyorum da Ogün Samast gibi kısa bir süre içinde katile dönüşebilecek kaç kişi var aramızda? Hadi Ogün’ü geçtim, “koşun lan, bayrak yakıyorlar!” bağırışlarıyla sürek avına çıkan kitlenin peşinden gidecek kaç kişi var ve onların yaptıklarını “vatandaş tepkisi” diye gören ne kadar kamu görevlisi var? Cevapları belli olan sorular bunlar. Peki, 17 yaşındaki çocuktan katil yaratan bu karanlık ortamda 17 yaşındaki daha niceleri bu akılsız gidişe, katilliğe, provokatörlüğe teslim mi edilecek? Arkadaşlarının yediği naneyi ertesi hafta beyaz bereleriyle kutlayan gençler, yarın daha nasıl cinayetlerin failleri olacaklar? Çok 17 var bu toplumda. Biz de cinayetin ardından insan seli olup öfkemizi kusarız ya da her yıl anmalarla Cuma’nın farzını kılıp gerisini Allah’a havale ederiz. Esas meselenin bu ülkedeki aynı dertten muzdarip kitlelerin bir araya getirilmesiyse biz kimi, neyi, nasıl anarsak analım başka türlüsü olmayacak; anma düzenlemeye devam edeceğiz.

Ellerini kana bulayanlar ya da cinayetlerin son halkası olanlara kızmak, sövmek, lanetlemek doğal reflekslerimiz. Fakat bu cinayetleri işleyenler, sürgünleri son elden devreye sokanlarla o kadar aynıyız ki aynadaki aksimiz değillerse de aramızda yediden az fark var bana kalırsa. Yıllardır düşündüğüm, yeri gelince de söylediğim bir şey var, somutlamak adına faydalı olacağı kanaatindeyim; “Doğu’da, bu satırları okuyan çoğumuzun gitmeyi dahi düşünmediği, adını lanetle andığı topraklarda ne zaman çatışmalar yoğunlaşsa orada çarpışan ve eli silah tutan iki farklı grubu, ideolojilerinden yahut silahlarından arındırıp oturtsan bir masaya, versen ellerine birer çay ne konuşurlar acaba” diye sorarım kendime. .Dertler aynı gibi, aynı tarihsel zamanın farklı coğrafyalardaki çocukları. Aynı hisleri yaşayan, aynı dertlerden muzdarip iki genç. Yanlış anlaşılmasın “ortak kültürel değerler”den bahsetmiyorum, orada çarpışan insanların bireysel düzlemdeki ortaklıkları beni ilgilendiren. Ama bakmayın onların ortak noktalarına, son zamanlarda buralar öyle bir hale geldi ki Viyana hakikaten Van’dan daha yakın oldu. Sonra onların ortak algılarından bahsettiğim bir dost ortamında “ama onlar bizim askerlerimize…” diye cümleler duyup keserim sesimi. Sonra bir cinayet haberi gelir. Bu kez 17 yaşındaki birinin parmağındadır tetik ve sonra da topu patlamış çocuklar gibi “ama o da bizim kanımıza pis dedi” sesleri duyulur. Bizi ortaklaştıracak şey, damarlarımızdan akan asil kan değil kıçımızdan akan alelade terdir ve evet ter de pistir, kokar. Ermeni’nin de Türk’ün de Kürt’ün de teri leş gibi kokar.


Bir taraftan da “onlar” var. Biz “Hrant için, adalet için” dedikçe “ulan hangi birinden hesap soracaksınız” diye kirli gülenler var. “Acaba açıkta bir şey bıraktık mı, ipucu kaldı mı bunlara?” diye etrafı yoklayanlar var. Yıllardır bu işleri kovalıyor onlar, biz başka işleri kovalıyoruz. Reflekslerle hareket ediyoruz. Bir bakmışsınız yüzbinler olmuşuz bir bakıyorsunuz aynanın karşısında anca iki kişi olabilen “birey”lere dönüşüyoruz. Katliamlar artık göz göre göre gerçekleşiyor, her yerin kanalizasyonu patlamış bok akıyor, sapla saman birbirine karışmış birbirlerini vuruyor, biz benlik bütünlüğü peşindeyiz.


Bir şeyler yapmak lazım. 17’lerin geleceği Ermeni’den, Kürt’ten yahut Türk’ten intikam almakla eşdeğer olmamalı. O 17’ler üç beş yıl sonra zerre geleceği kalmamış, denizi görmemiş, karanlığa teslim edilmiş bir halde geleceksizlikten cinayet işler hale gelmemeli. Ogün Samast gibi arkadaşlarına cinayet anı ve hapis anılarından, askerde vurduklarından başka bir şey anlatamayacak insan sürüsü olmamalı bu ülkenin gençleri. Yegâne başarısı "vatanı kirli kanlardan kurtarmak” olan gençler yetiştikçe her şey çok daha zor olacak.


Hrant’ı daha iyi anlamak dileğiyle…

Alper